“nasıl iyileşebilir insan
iyi olmak, iyicillik değil”[1]
Yüksek lisans ve doktora çalışmalarımı yaptığım zamanlarda günlerce evden dışarı çıkmadığım olurdu. Tuhaflığı kadar lezzeti de olan bu gönüllü mahpuslukta okuyup yazmak için gizli bir motivasyon, artan bir bereket, derinleşen bir verimlilik bulurdum. Öte yandan dağılmış, savrulmuş olduğum hissinin sarkacında kaldığım zamanlarda da dışarının aydınlığı kadar evde olmanın sağaltıcılığını deneyimledim. Evlerin şairi Behçet Necatigil’e ya da evleri köşe bucak fenomenolojik yoruma tabi tutan Gaston Bachelard’a evleri bunca sevdiren de farklı olmasa gerek. “İçerideki dışarılık”[2] diyor Henri Michaux ev için. Sıradan eşyalarla kurulan diyalektik ilişkiden sonra anlamın dış dünyaya doğru dalga dalga yayıldığı bir zihin karargâhı. Çünkü doğurgandır ev.
Ev ve tüm kapalı mekânlar için hem korkunun hem yeniden doğuşun sembolü olarak psikanaliz, “ana rahmi” sembolünü kullanıyor. Gerek mitolojilerde gerek teolojide bunun arketipik örnekleri bolca bulunabilir: balığın karnı (Hz. Yunus), kuyu ve zindan (Hz. Yusuf), mağara (Ashab-ı Kehf), Hira Mağarası (Hz. Peygamber), manastırlar, çilehaneler; daha hususi olarak “Van Kalesi”, “tahta kulübe”… Birer anlam karargâhı. Hepsi, dünyanın/dışarının tekinsizliğine karşı, iyi/ideal olan için hazırlanmanın, özgürlüğü tazelemenin, yeniden doğup aksiyon almanın sembolleri olarak zihnimde deruni anlamlarına kavuşuyor. Böyle bir anlama dönük olmayan gönüllü tecrit ise özgür olmama durumuna ve ondaki azaba karşı bir teselli, bir avunma çabasıdır; sahte bir konforu, ülfeti ve körelmenin iddiasızlığını saklar.
Bir de özgürlüğün gayriihtiyari askıya alınması var. Bu durumda zindanda dahi olsa bahtiyar, huzurlu ve özgür olabilenlere karşın, aynı şartlardayken kendisini çaresiz tutsaklardan sayan insan arasındaki ayrımın ontolojisi, mevcut duruma getirilen farklı yorumlarda açığa çıkar. Söz konusu ikinci durumda, özgürleştirici bir yorum getiremeyen kişinin özgür olduğunu düşündüğü paradoksal durumdan söz edilebilir. Böylesi yanılsamalı özgürlük algısını var eden nedir? Bunun isabetli bir örneği var: Esaretin Bedeli filminde Heywood ve uzun yıllar hapiste kalmış olan Red karakterleri arasındaki bir konuşmada Red şöyle söyler: “Bu duvarlar tuhaftır. İlk önce nefret edersin. Sonra alışırsın. Zaman geçtikçe dayandığın tek şey olurlar. Kurumsallaşmak budur.”[3] Red hapiste kurumsallaştığını[4], oranın bir parçası olduğunu, hapisten gerçekten de çıkmayı arzulamadığını, çıksa bile dışarıda yapacak hiçbir şeyinin olmadığını söyler. Seyirci olarak bizim bu masum adamı içten içe özgürlüğe davet etmemiz –bunca hapislik hayatının sonunda– filmin estetik kurgusunda karşılık bulacaktır: Red tahliye olur! Oysa hayatın gerçekliği, seyirci olarak bir şekilde özgür olmasını beklediğimiz bu türden kurtuluş anlatılarını hemen hemen her zaman yalanlar. Sanat, burada ‘paradoksal olarak özgür hisseden’ kişiye yönelik bir merhamet yaratarak gerçeklikle çatışma pahasına hayatı serbestçe yorumlamıştır.
Red’in gösterdiği gibi bir alışma ve üstü örtük konfor hâlini yakın zamanda kısa süreli olsa da bir duygu durumu olarak yaşantıladım. Yaklaşık bir ay süren –epeyce geciktirdiğim– askerlik ödevi, benim için özgürlüğümü fazlasıyla kısıtlayan bir süreç oldu. Bu defa “evde kalma”nın tercih edilmiş mahpusluğundan farklı olarak çok basit şeylerin dahi emir ve müsaadeye bağlı olduğu kıstırılmışlığı anlamlı bir yoruma dönüştürmek, onun bilgisine sahip olmak bakımından zor olmasa da onu tecrübe etmek, yavaş yavaş bir azaba dönüşüyordu. Zira ailesinde yeterince KHK’lı, mahpus asker bulunan biri olarak duygusal kopuşu tüm ruhumla yaşadığım süreçte tam da bam telime dokunan bir ortamda bulunmak, azaptan başka hiçbir anlama gelemezdi. Zihnim, ister istemez oradaki her olayı, her rütbeli askeri daha nitelikli, daha donanımlı ve ahlaklı olduklarına bütün ruhumla iman ettiğim çehrelerin tartısında ölçüyor, ülkem adına hüzünlenip Ba'de harabi'l-Basra diyordum. Kendisinden koptuğum değerlere, kurumlara üzülmenin yarattığı paradoks ve bunu fark etmenin ironikliği, benim o lirik azabımı bulanıklaştırıyordu. Tuhaf ki oradaki tüm çürümüşlüğe, sığlığa ve yozluğa maruz kalan zihnimde bir hafifleme hissettim. Hafızamda bir karakter anıtı gibi duran, müebbet hapse mahkûm ağabeyimle ve binlerce güzel insan ile aynı olmasa da kıstırılmışlık açısından benzer şartlardaymışız gibi bir rahatlama hissiydi bu. Onca yılın getirdiği acıların ardından buna fazlasıyla ihtiyacım vardı. Sanki acılarımı bir süreliğine paranteze almaktan daha doğal hiçbir şey de yoktu. Elbette bu, gerçeklik ile sözde gerçekliğin basit bir çakışmasıydı. Çünkü hayatın cevherini acıda bulan biri olarak biliyordum ki gerçeklik, açık şekilde canımı yakan, ruhumu daraltan, kalbime sürekli saldıran şeydi.
Söz konusu kısa tecrübe sürecinde sona doğru yaklaştıkça bu duygu durumunun kendi iç mantığı, zihnimin kıvrımlarında depreşip duruyordu. Oradan sadece günler sonra kurtulup gidecektim ama dışarıda beni beklemeye devam eden azabın alevden zehri damarlarımda dolanıp duracaktı. İşte, bir çeşit kurumsallaşmak! Düşünsel olarak bu azaba karşılık vermek, etik tavır gerektirirken ona iyicil yorumlar getirmek, onda konfor ve dinginlik bulmak, estetik bir öyküleme olabilirdi. Çünkü kavramsal olarak estetik denilen şey, gerçekliği metinleştirirken ona sahtelik de katar. Hem kavramsal hem de düşünsel olarak estetik; zor anlarında ani sıçramalarla, zamana karşı umursamazlıkla, tesadüflerle ve kurgulamanın (fiction) gerçekliği örseleyen meselesizliğiyle gönlü okşar. Çoğu şark anlatısındaki zor da olsa kavuşmayla biten aşk sergüzeştleri de bunun billurlaşmış örnekleridir. Bu yüzden Şark anlatılarında gerçeklik ve hayat ile yüz yüze gelebilmek nadiren mümkün olur.[5] Bu anlamda, estetiğin karşısına “etik”i koyan Søren Kierkegaard: “Etik rastlantı nedir bilmez, dolayısıyla ani değişikliklerle, sıçramalarla işi yoktur. Kahramanın cılız omuzlarına çok fazla yük bindirir, insanın eylemleriyle lütuf beklemesini kibirli bir tavır olarak görür, ayrıca bu lütfun acılarla elde edilmek istenmesini de kabul etmez. Gerçeğe inanılmasını ve insanın bütün talihsizlikleriyle, özellikle kendi yarattığı, gerçek olmayan acılara karşı kahramanca mücadele etmesini ister, (…) gerçekliğe inan; cesaretini her zaman gösterebilirsin ve o zaman etik de sana beklediğin her türlü yardımı yapacaktır.”[6] der. Vulgarize edersek estetiğin gerçekliği çok önemsemeden romantik ve idealist amaçları arzuladığı, buna mukabil etiğin ahlak sınırlarına tabi kalmakta ısrar ettiği, gerçekliği erdemli bir zemin ve sadakat gösterilmesi gereken bir amaç olarak savunduğu söylenebilir. Sanatta olduğu gibi yaşam ya da düşünme pratiğine dönüştüğünde estetik tavır, bizi gerçeklikle yüzleşmekten çoğu zaman alıkoyar. Çünkü artık hayatın realitelerini yorumlamışızdır. Ve yorum, bir açma (teşrih) olabileceği gibi bir perdeleme, bir kaçış yolu da olabilir.
Sevdiğimiz ve manen ruhlarımızın ortaklık kurduğu güzel insanların özgürlüğünün gaybubetlerde, karakollarda, hapishanelerde, hücrelerde kısıtlandığı veya askıya alındığı bu “süreç”te feleğin çemberinden geçerken kimi zaman kavramları, kimi zaman acıyı ve yüreğimizi dağlayan durumları estetik yorumlamalarla, iyicil temennilerle kendi zemininden saptırabiliyoruz. Estetik tavır geliştirerek kavramları azabımızı hafifletmek amacıyla kullanmak, bizi gerçeklikten uzaklaştırır, azabın esas nedenlerinin bertaraf edilmesine yönelik pratikleri engeller, zihni köreltir, gerçekliği romantize eder. Sıklıkla söz konusu edilen ve yorumlamalarda serbestçe kullanılan bazı teolojik kavramların anlamlarında da fakirleşme ve aşınma ortaya çıkar. Referanslarımızın teolojik olması yahut yorumlarımızda teolojik kabullerimizden beslenmemiz, değerlendirmelerimizin romantik ve alabildiğine azade olmasına, söylemimizi (diskur) bunlarla serbestçe biçimlendirmemize izin vermez. Teolojik referanslar, yaşanan acılara dönük bir kurumsallaşmanın karşısında mantık, düşünme biçimi ve felsefe olarak işlev üstlenmiyorsa bu referansların araçsallaştığı gerçeğiyle yüzleşmek en tutarlı ve etik tavır olacaktır.
Evrilip geldiği bu kıvrımda tarihin yaşamaktan çok yaşatmaya gönül vermiş nahif yüreklere yüklediği azap; “Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez.”[7] muştusuyla hafifleyip gerçekliği bu tartıda anlamlandırmakla erdemli duruşun, aktif sabrın onuruna kavuşacaktır. Uzaklarda aramaya gerek yok: Onca baskı ve zulme rağmen örnekleri kendinden “704 güzel insan”[8], “süreç” içinde hapsolup kurumsallaşmanın aksine etik bir tavır ortaya koyarak bütün bu azabı inanmış göğüsleriyle karşılayanlar değil mi? “Temmuz” ateşinde tutuşup yanan yüreklerin çektiği acı, ruhları boğan azap, bu “süreci” bir “ana rahmi”ne dönüştürme felsefesini kurmanın cevheri olup bizi arındırarak yeniden doğmaya sevk etmeyecekse omuzlarımızdaki ağır yüklerin, bütün bu azabın bir anlamı olabilir mi? Öyleyse Cemal Süreya’nın bir dizesiyle söyleyelim: Ey azabımız, ey azabımızın onuru; "beni öp sonra doğur beni"[9].
Notlar:
[1] Ömer Şişman, Dramatik İyileşmeler, 160. Kilometre Yay., İstanbul, 2018, s. 24
[2] Akt. G. Bachelard, Uzamın Poetikası, (çev. A. Tümertekin), İthaki Yay., İstanbul, 2008, s. 309.
[3] Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption), (yön. F. Darabont), ABD, 1994.
[4] Filmde “kurumsallaşmak”, “institutionalize” sözcüğüyle karşılanıyor.
[5] Bu çıkarımlar, A. H. Tanpınar’ın edebiyat eleştirilerinin de önemli temas noktalarıdır.
[6] Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme, (çev. İ. Yerguz), Say Yay., İstanbul, s. 89.
[7] Kur’an, Bakara, 286.
[8] 20 Ekim 2022 tarihinde, KHK ile ihraç edilenlere, ailelerine ve tutuklu yakınlarına yardımda bulunan 704 kişi, gözaltına alınmıştı. (https://kronos36.news/tr/sadece-antalyada-102-kisiye-yardim-gozaltisi-serada-yetisen-salatalik-ve-domatesi-vermek-orgut-sucu-oldu/ ve diğer kaynaklar).
[9] Cemal Süreya, Beni Öp Sonra Doğur Beni, YKY, İstanbul, 2019, s. 20.
Yazar:
Selim K. Kaplan
17 Kasım 2022
Comments