top of page
Onur Çetin

Gordion Düğümü

"Şeyler, içinden çıktıkları biçime, buyrulduğu gibi tekrar dönerler;

çünkü zamanın düzenine göre yaptıkları adaletsizliğin

kefaretini öder ve telafi ederler."

Anaksimandros

"Düne kadar devleti kutsayıp, devlete yerleşmek, devlete sahip olmak için her şeyi yapanlar bugün 'faşist devlet, rejim' kelimelerini dillerinden düşürmüyor." Böyle talihsizce bir yorum statükoya, kast sistemine kafa tutulmasından rahatsız olan birinden, yani açık toplum için mücadele verilmesinden huzursuz olan birinden gelebilir ancak.


Sınıf atlamak istemenin, belli bir ideolojiye sahip kesimin tekelindeki mesleklere talip olmanın ardında bir bit yeniği arayan insan, üstelik devletin hışmına uğradığı halde bu düşüncedeyse, hapiste niye yatırıldığını da anlayamayacak kadar devlet ve toplumca sindirilmiştir ve dünyayı, benim "helot bilinci" dediğim bir bilincin etkisinde gözlemlemekte ve yorumlamaktadır. Beden dışarıda ama bilinç, epistemolojik evren hala devlet ve toplumun belirleniminde, esareti altında. Bir türlü tahliye olamama hali.


Helotlar bilindiği üzere militer bir devlet olan Sparta ülkesinde düşük toplumsal statüleri olan, Antik Yunan devrine özgü bir köle benzeri sınıfı oluşturmaktaydılar. İçsel toplumsal farklılaşmaların neticesinde ayrıcalıklarından mahrum kalıp rütbesi indirilen gruplar ile Sparta'nın civar köylerle giriştiği savaşlar neticesinde galip gelip köleleştirdiği kesimlerden oluşmaktaydılar. Zaman zaman dinsel bir ritüel havasında helotlara savaş açılır, "palazlanmaları"nın önüne geçilirdi, ihtiyaç halinde orduda istihdam edilirlerdi. Spartalı elitlerin en çekindiği şey, helotların daha fazla itibar, hak ve nihayet eşitlik için ayaklanmalarıydı. Sırf bu yüzden askeri kuvvetlerinin önemli bir kısmını başkaldırıların önüne geçmek için savaş halinde dahi ana yerleşkelerinde bırakırlardı. Anlaşılacağı üzere en büyük korku elitlerin imtiyazlarını kaybetmeleri ve toplumsal itibarın gruplar arasında eşit dağılımıydı. Herkes yerini bildiği sürece istikrar ve "adalet" sağlanmış oluyordu. Değişim en büyük çekincelerini oluşturuyordu. Durağanlık idealdi, makbuldu.


Sparta'nın Platon'un sempatisine mazhar olmasının sebeplerinden biri buydu. Neredeyse köleliği kaldırma noktasına gelmiş Atina demokrasisi, Aristoteles'in de Platon'a katılmasıyla bu aristokrat filozoflara itici gelmekteydi. Denize açılmayla birlikte ticaretin gelişmesi ve beraberinde getirdiği bireysel girişkenlik ve bireysel otonomi kapalı, durağan toplum nizamını tehdit etmekteydi. Zira ticaret vasıtasıyla diğer toplumlarla kurulan yakın ilişki, kapalı toplum kurumlarına ve yerleşik algı ve ilişkilere dair sorgulamaları tetikledikçe, Atina oligarkları saltanatlarının sarsılmakta olduğunu görmekte, ön almak için adeta durağanlığın, statükoculuğun temsilcisi ve hamisi olan Sparta ile işbirliğine gitmekteydiler.


Kendisine helotlara benzer bir madunluk tanımlananlardan bu duruma itiraz etmeyen, demokratik, içinde her kesimin nefes alabileceği bir ülke uğruna girişilen mücadelenin ardında devleti ele geçirme kasdı arayan zihniyet ile Kemalistlerin buluştuğu nokta işte bu Platoncu "adalet"tir (aslında adaletizlik). Garson kendini yalnızca garsonluğa, fabrika işçisi malın üretimine, yönetici yöneticilik yapmaya verecek, sınıflar arasında değişme ve karışma olmayacak. Silah taşıyan, ülke adına politika üretenler Kemalistlerden oluşacak.


Ülkenin kuruluştaki formunun ideal bir form olduğu, bürokrasi ve hükümetin Kemalistleri içeren orijinal kompozisyonunun korunmadığı sürece bu ideal formdan uzaklaşılacağı, böyle durumların telafisi için gerektiğinde darbelere, tasfiyelere ve periyodik hukuk ihlallerine imza atıp devletin ilk formuna döndürülmeye çalışıldığı türden Platonik özler barındıran bir dünya görüşüdür bu. Öyle bir görüştür ki, Platoncu tarzda bir totaliter sınıf hükümranlığını "adil" diye, helot bilinçlisi dahil olmak üzere bütün topluma yutturur.


Hakim grubun tekelindeki imtiyazlar el değiştirirse adaletsizlik olur bu düşünceye göre zira, karşıtı da adalet. Hem siz nasıl olur da Batı'ya göç edip kapitalist, demokratik bir ortama hızla uyum sağlayıp yeni işler, şirketler kurmaya, katıldığınız topluma ayak uydurmaya başlarsınız? Yerinizi nasıl bilmezsiniz? Kapalı topluma karşı verilen mücadeleye getirilen itiraz kendini bu tarz bir bakış açısıyla ele veriyor.


Sövgü Üzerine

Şimdi; "yerini bilen", "haddini aşmayan", yani kendisine toplum içinde biçilen helotluğu kabullenmiş birinin dizini kırıp oturma davranışı mı daha ahlaklıdır, yoksa kendisine yakıştırılan bu değersiz gömleği giymeyi reddedenin böylesine aşağılık bir helotlukla karşılaştığında hem dizini kırıp oturana hem de bu itibar(sızlığ)ı dağıtana sövgüye başvurmak yoluyla şiddetli kınama yoluna gitmesi mi?


İkincisinden yana olmak sövgünün gelişigüzel kullanımının güzellenmesi değildir. Küfürbaz bir serseriliğin teşviki hiç değildir. Bu, sövgüye ne olursa olsun başvurmamanın ölçülü olmak zannedilmesinin getirdiği hal tarzının gerekli kınamayı üretememesinin, iflah olmaz saldırganlar karşısında zaafiyet olarak belirmesinin yol açtığı bir ahlaksızlığın bilince çıkarılmasına yönelik bir farkındalık yaratma çabasından ibarettir. Sınırlı kapasiteye sahip bir aklın burada karşıtların birliği, çatışan tarafların müşterek özelliklere sahip olduğu, yahut birbirlerinden belli özellikler devşirmek suretiyle giderek birbirine benzediği yönünde kinikçe bir yorum yapması yersizdir. Böyle bir yorum, sadece olumsuz özellikleri görmeye odaklanmış, ancak olumsuzlamayla varlık gösterebilen nihilist-kiniğin beyhude çabasının bir çıktısıdır. Devlet tahakkümüne karşı yapmacık bir kaç söz söyleyip vaktinin geri kalanını soykırıma uğrayan bir grubun açıklarını aramaya adayan biri, acısı olanla duygudaş değildir. Mağdurun, başından ne tür kötü olaylar geçerse geçsin haddini bilmesi gerektiği, aynı surette kalması gerektiği gibi imkansız denebilecek bir şeyi arzulayan Platonik bir ütopyacılığı bireye uygulamak isteyen müdahaleci bir estetikçidir. Ünlü ressam Claude Monet hakkında şöyle bir hikaye anlatılır:


Monet yağmurlu bir günde Giverny'deki evinden çıkmamış ve oturma odasının penceresinden gördüklerinin bir resmini yapmıştı. Sonuçta ortaya, bahçesinin güzel ve natüralist bir resmi çıkmıştı. Nesnesini gayet isabetli bir biçimde betimlemişti ancak tek bir istisna vardı: Bahçesinde bulunan büyük bir ağacı çizmemişti, çünkü geleneksel kompozisyon kurallarına göre bu ağacı çizmesi halinde resmin dengesi ortadan kalkacaktı. Monet, bahçesi ve resmi arasındaki asimetriden gün geçtikçe daha fazla rahatsız olmaya başladı. Öyle ki, bir gün estetik dürtülerine teslim oldu ve bahçesine çıkıp o ağacı kesti. (1)


Bu hikayenin doğru olup olmadığı hala tartışmalıdır. Bilim dünyasındaki iki ana gelenek olarak bilinen natüralizm ve konstrüktivizm arasındaki rekabette konstrüktivist bir ruhla uydurulduğu iddia edilen bir hikayedir. Bir iddia sahibinin sonuçları etkileyebilme gücünü ifade etmek için kullanılan Pygmalion etkisi bağlamında anlatılan bir hikaye olmasına karşılık, benim maksadım burada tartışmayı bilim felsefesine getirmek değildir. Maksadım, estetikçi ütopyacılığın bir birey, bir grup, bir devlet üzerine düşlerini uygulamak üzere harekete geçirilmesinin Monet gibi kesip atmayla, keskin müdahalecilikle, hataya karşı müsamahasız mutlak kontrolcülüğün baskıcılığıyla neticelenebileceği, çoğu zaman ters tepebileceğine dikkat çekmektir.


Bu nokta teslim olunursa, sövgünün aynı zamanda estetikçi tarafından sövgü sahibinin kendisine ve/ya ait olduğu gruba dayatılan bu ideal, değişmeye karşı dirençli, donuk forma dönük çıkış arayan bir protesto dilini de temsil edebildiği iç görü sahipleri tarafından daha iyi anlaşılacaktır. Hem, kişinin bu dayatmayı, böylesine bir idealizasyonu reddetmesi, bireysel özerkliğine verdiği önem açısından önemli bir duruş değil midir? Bunu ısrarla anlamak istemeyen inatçı estetikçiye ve yine ısrarla kabuğunu kırmak istemeyen helot bilinçlinin bu onur meselesini çözümsüz hale getirdiği, Gordion'un düğümüne çevirdiği noktada, son çare düşünsel kaba kuvvete başvurmak denebilecek olan sövgüye başvurmak kadar ahlaklı bir davranış olabilir mi?


Son olarak, burada kısaca değinmem gereken ancak başka bir yazıda daha etraflıca ele alınması gereken bireycilik-kollektivizm sorunu duruyor. Münferitçi çizgide hareket edenlerin bireyciliği bencillikle eşitleme çabalarının büyük bir ahlaki kusur olduğunu, bireycilik idealine ihanet olduğunu düşünüyorum. Eyleme geçildiğinde insanı amaç olarak değil de araç olarak görmenin Kant'ın ortaya koyduğu ahlak felsefesi açısından ahlaksızlık anlamına geleceği hepimizin malumudur. Bu felsefeye göre bir EP'ci, yahut bireyciliği bencilliğe eşitlemeye kalkarak, hatta bununla yetinmeyip böyle davranmayı teşvik ederek, sayısı gittikçe çoğalan, bencilliğin norm kabul edildiği, özgeciliğin ise sapma davranışı kabul edildiği bir benciller topluluğundan oluşan yeni bir tür kollektivizm oluşturma çabası içinde olan münferitçi, ürkmemiz gereken bir yozlaşmaya yol açmaktadır. (Hemen hatırlatmam gerekiyor ki, bireyciliğin karşıtı kollektivizm iken, bencillik özgeciliğin (diğerkamlık) karşıtıdır.)


Kant’a göre özgür insan özerkliğini gözetendir. Özerklik ise insanın kendi yasasını koymasıdır. Bunu yapabilmek için sağlıklı akıl her insanda bulunur. İnsan ancak kendi yasasını kendisi koyabilirse özgür dolayısıyla ahlaki bir kişi olabilir. Gel gelelim özerk bir kişi yasa koyarken yalnızca kendini düşünmez. Kendisinde temsil ettiği tüm insanlığı gözeterek davranır. Bireyciliğin özgecilikle birlikte var olabileceğine inanmamız için bundan daha güzel bir akıl yürütme olamaz. Kant buradan amaçlar krallığı denilen bir kavrayışa ulaşmamızı sağlar. Krallık kavramı bir metafordu elbette. Kant “krallık” deyişiyle amaçladığının “Çeşitli akıllı varlıklar aracılığıyla kurulan sistematik birlik.” olduğunu belirtmiştir. Bu yaklaşımla Kant bireysel ahlakta toplumsallığa geçer. Amaçlar krallığının her üyesi eylemlerinde diğerlerini de gözetir. Bu bilgilere dayanarak şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, hapse girmemek için çok sayıda insanın ismini polise veren kişi kendi rahatını düşündüğü ve öbürlerini bu rahatını koruma bağlamında araç olarak kullanarak ateşe attığı için ahlaksızca hareket etmektedir. Başkalarınının ismini vermeyerek hapse girmeyi kabul eden kişi de ahlaklı kişidir. Bu noktada bir münferitçi, EP'ci olmayı reddedip başına gelenleri sabrederek karşılamayı tercih etmiş kişinin talimatla, örgütsel bir bağlılıkla bu davranışı sergilediğini iddia edecektir. Bu, düpedüz özgür iradenin varlığını, insanın kendi yasasını koyabilecek kadar akıl sahibi olduğunu, neticede ferdi karar alıp ona göre eyleyebilme ihtimalini yadsımak demektir. Fertçiliği grupçuluğa öncelediklerini iddia edenlerin içinde bulundukları bu rezil, çelişkili durum RTE'nin "Daha adil bir dünya mümkün" adında kitap çıkarması kadar ironiktir. Kant'ın ahlaklı, özerk, aydınlanmış kişilerden oluşan krallığını ters çevirerek sahtekar benciller konfederasyonunu fertçi bir proje olarak yutturmaya çalışmaktadırlar.


Bir sonuca bağlayacak olursam şunu gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, devleti ele geçirmekle itham edilen insanlar bu ülke tarihinde daha önce verilmemiş bir açık toplum mücadelesi verdiler. Kapalı toplumun alamet-i farikası olan kollektivizme, kast sistemine, müdahaleci ekonomik düzene, araçsal din anlayışına ("devlet için din" anlayışı) karşı bireysel girişimcilik, eşitlik, özgecilikle birlikte var olabilecek altruistik bir bireycilik ve devletin istismarına karşı gözü açık, teyakkuzda, özgürlükçü bir din anlayışıyla çıkılmasıyla çok boyutlu, soylu ve eşsiz bir mücadeleydi bu.


Gittikleri yerlerde de açık toplumun mezkur değerlerine sahip çıkıp zamanın ruhuna uygun düşünce üreterek istikamet belirlemede katkıları olan nitelikli insanları içlerinden çıkardıklarını görmek gurur verici. Ben onlarla aynı tarafta olmaktan dolayı çok memnunum ve kendimi şanslı görüyorum.


Notlar:

(1) Jonathon W. Moses, Bilmenin Yolları : Toplumsal ve Siyasal Araştırmalarda Rakip Metodolojiler


Yazar: ONUR ÇETİN

Comments


Post: Blog2_Post
bottom of page