Cemaat Soykırımının hasar kaydı oldukça başarılı şekilde tutuldu ama sınırlı olarak şu kapsamda: Kaç kuruma el kondu, kaç insan memuriyetten ihraç oldu, kaç insan tutuklandı, hapse atıldı, uluslararası mahkemelere kaç başvuru yapıldı... Şu iki kapsamın ise henüz aynı görünürlükte üzerinde durulamadı: Kıyımın tinsel hasar kaydı ve buradan entelektüel/etik bir kampın ve narratifin doğuşu ki, gelecekte en lazım olacak olan bu ikisidir, diğerleri ancak ana narratifin içini dolduracak detayları teşkil edecektir. Bir nevi yeni bedenin toprağı hazır, üflenecek ruh bekleniyor.
Bu iki kapsamın ihmali, hem o katmanlardaki tamiratın ihmaline hem de varsayımsal olarak mesela Hannah Arendt’siz bir soykırım hafızası gibi yoksunluklara yol açar ve yine mesela bugünkü Masha Gessen, Judith Butler (1) gibi miraslar doğamaz. Arendt’in maddi kayıpların yanısıra özellikle bu tinsel kayıpları kayıt altına alma hassasiyetine şu sözü örnektir:
“Yuvamızı kaybettik, ki bu günlük yaşamın tanıdıklığını kaybetmek demektir. Mesleklerimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işlevimiz, faydamız olduğuna dair güven duygusunu. Lisanımızı kaybettik, yani tepkilerimizin doğallığını, davranışlarımızın sadeliğini, duygularımızın müdahalesiz ifadesini.” (2) Farkettiyseniz bunlar maaş, kadro gibi maddi kayıplardan çok farklı, geri döndürülmesi belki daha zor ve de onarılmazlarsa daha ağır sonuçları olabilecek kayıplar: Tinsel kayıplarımız. (3)
Tinsel kayıpların yeni bir entelektüel kamp ve narratife aktarılamayışına mesela aşağıdaki gibi felsefi tartışmaların eksikliği kanıttır:
-Faşizmle nasıl mücadele edilmeli? Yasalara göre edilmeli. Peki yasaları, doğru-yanlışları kim belirliyor? Faşizmin kendisi. Peki faşizmi nasıl yeneceğimizi yine faşizme danışmamız bir paradoks değil mi?
-Kanada’lı hukuk profesörü Emily Kidd White’ın İsrail’in eylemlerinin “yasallığı”nı savunanlara karşı tartışmayı “yasallık” ekseninden çıkarıp cesaretle felsefe düzleme taşıması ve şunu söylemesi: “Ahlaki kalın kafalılığı bırakın. Hukuk ancak ahlaki otorite ve temellendirme talep eder. Eğer kitaplardaki kanunlar çocukların, yerlerinden edilmiş, çadırlara toplanmış, aç, yaralı, yas tutan çocukların katlini aklıyorsa, o zaman o kanunlara karşı gelinmeli.” 15 Temmuz’la ilgili böyle bir ahlaki, entelektüel sorgulama hiç yapılmadı mesela. Tamamen suça bulaşmış ve seçim gibi yasal yollarla gitmeyeceği defalarca kesin şekilde kanıtlanmış bir iktidara isyanın etik meşruluğunu sol kesim bile tartışma cesaretini, zekasını gösteremedi. (4)
Kıyımın tinbilimsel haritasının gerekliliğini düşündüren siyasi faktörlere gelince:
A. 15 Temmuz’un incelenmesi sonrası Devlet’in ne kadar sinsi, kindar ve o ölçüde de ayrıntılı, titiz, uzun bir planlama yapmış olduğunun açığa çıkmış olması gösterdi ki; amaç kesinlikle Cemaat’in finansal ve insan kaynağı güçlerini bitirmekten ibaret değil. Amaç aynı zamanda bir inanç, fikir, ruh, karakter, ahlak ve manevi bağ olarak da Cemaat’i bitirmek ve onu başka bir renge boyamak. 28 Şubat’taki Müslüm Gündüz-Fadime Şahin olayları gibi operasyonlar, Devlet’in amacının hiçbir zaman sadece güç tekeli olmadığını, bunun ötesinde dindar insan imgesini tiksintiyle özdeşleştirme ve dindarın kendisini de bu role iştirake uygunlaştırma saplantısının olduğunu göstermiştir.
B. Devlet’in Cemaat’i finansal, insan kaynağı, medyasal, ama en çok da “hukuki” olarak ortadan kaldırabilmesinin onu tinsel olarak yenmesine bağlı oluşu. Yani tinsel yıkım ikinci veya ayrı bir hedef değil, aksine maddi yıkımın da yolu, zorunlu koşulu. Öyle ki, mesela Hanefi Avcı, Münferit Fikir Platformu’ndaki söyleşilerinde Cemaat’i ortadan kadırmanın yolunun onu bölmekten, geniş kitleleri Hizmet’ten koparmaktan, bunun da insanları “itirafçı” yapmaktan geçtiğini anlatıyor. Aynı şekilde Ersan Şen, Devlet’e “Örgüt ancak etkin pişmanlık ile çökertilir” stratejisini gösteriyor. Ancak bu ajandanın en açık itirafı eski HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz’ın şu sözleridir: “Kamuoyunda şöyle bir yanlış algı var: ‘Bilmediğimiz ne söylediler?’ Bilinen şeylerle insanların yargılanması mümkün değildir, bilinen şeylerin mahkemede açık seçik belgelenmesi önemlidir. Bir insana ‘Aleyhinde delil yok ama ben senin katil olduğunu biliyorum, o yüzden sana mahkûmiyet veriyorum’ da diyemezsiniz. O şahsın suç işlediğini delillendirmeniz gerekir. Bu itiraflar ve etkin pişmanlık içeren sözler, örgüt üyeliğinin delili ve diğer örgüt üyelerinin deşifre edilmesi için son derece önemlidir.” (5)
Görüldüğü üzere Mehmet Yılmaz şunu itiraf ediyor: “Elimizde Cemaat mensuplarını mahkum edecek hiçbir şey yoktu. O yüzden bu işi de kendilerine yaptırdık. Yani mesleğe dönüş gibi yalan vaadlerle kendi kendilerine suç isnad etmelerini sağladık.” Anlaşılıyor ki, biz tinsel yenilgiyle teslim alınmışız. Bize açtıkları “hukuki” savaşta, hukuki değil aksine tinsel stratejilerle üstünlük elde etmişler.
Peki biz kısmen gayrınizami harpin alanına giren o tinsel hasarları nasıl yaşadık? Benim gözlemlerim şöyle: Devletin hukuken avantaj sağlaması, bizim Cemaat olarak çözülmemize ve devamında EP’in kitlesel temsiliyet boyutuna ulaşmasına bağlıydı. Bizim bu çözülme karşısındaki direncimiz ise şu iki şeye bağlıydı:
a) En zor durumdaki mağdurların maddi olarak desteklenmesi, muavenetin güçlü şekilde sürmesi,
b) Mensuplarının Hizmet Hareketi fikriyatına, liderliğe ve birbirlerine sevgi, güven ve manevi aidiyetlerinin sürmesi.
Bu ikisi sürdükçe, EP’in kitlesel beyana ve “doğallık/kendiliğindenlik/gerçeklik” kisvesine bürünmesi imkansızdı. Çoğunluk direnmeye devam ettikçe, EP hep Devlet’in tuzağı, dayatması olarak yani gerçek çirkin kisvesiyle görünecekti. O yüzden Devlet asıl amacının bu tinsel çözülme olduğunu artık gizleme gereği duymayacak bir zulüm ve gayrınizami harp boyutuna geçti ve şunları uyguladı:
1- Cemaatin diğer tüm medya içeriklerine ağır sansür uygularken, şu “tartışma” kalıplarını açıktan ve sistemik şekilde teşvik etti ve Cemaat dışındaki medyalarda da görünür kıldı:
-Mağdurlar unutuldu, Cemaat artık mağdurlar için hiçbir şey yapmıyor,
-Kurtulanlar hayatına, keyfine bakıyor,
-Herkes birbirini sattı zaten, geri kalanlar da aynını yapmak için ne bekliyor,
-Tek kurtuluş suçları üstlenmek,
-Cemaat’in geleceği önemli değil, önemli olan mağduriyetlerin bitmesi. (6)
Bunları tekrar ede ede “kendini gerçekleştiren kehanet” gibi insanları muavenetten, birbirlerinden koparma, maddi-manevi yalnızlaştırma, sinikleştirme, silikleştirme, dirençlerini kırma ve nihayet zulüm karşısında çözme. Bu “tartışmalar” körüklendikçe insanlar paranoyaklaşıp maddi-manevi muaveneti kesiyor; maddi-manevi muavenet azaldıkça, yeisle EP artıyor; EP arttıkça tekrar geri paranoyayı artırıp, yine maddi-manevi muaveneti kırıyordu. Mesela Mahmut Akpınar, Asım Yıldırm’la yaptığı bir programda sözkonusu kara propaganda yüzünden çok temiz, kalifiye ve müsait insanların aktif vazifeden kaçındığını, çünkü kendi “kardeşleri” tarafından sürekli aşağılanmak istemediklerini belirtiyordu. İnsanlar aktif çalışmazsa da yine muavenetin aksayacağı, bunun da yine Devlet karşısında direnci çözeceği aşikardır.
Yukarıda sıralanan “mesajlarla” pompalanan asıl şey özyıkım, kendinden şüphe ve nefret, kendine acıma, sürekli kendinde kusur arama ve nihayet tinsel kopuş ve eski aidiyete hınçtır. Kısaca kuşun kendi yuvasından ürkütülmesidir. Zaten bunlar ferdi veya sosyal intihara giden yolların yapıtaşlarıdır; Devlet kendi infazınızı da kendinize yaptırmaktadır: Kendi suçunu kendin aydınlatacak!, kendi mahkumiyetine kendin hükmedeceksin. Tıpkı Jean D’Arc’a oynanan tuzak gibi.
Bu tuzağa hizmet eden veya niyetleri farklı şeyler olsa da bu tuzağa alet olan Ahmet Dönmez giibi rıza imalatçılarını tanıyoruz. Bırakın toplumun Cemaat’e yapılan zulme rızasını, Cemaat’in bile kendine yapılan zulme rızasına uğraştılar. Ve bunu felsefi geçerli temellendirmelerle değil tamamen şahıslara ve durumsal saldırılarla yaptılar. Cemaat’in gerek Türkiye Devleti faşizmi, gerekse sıkıntılı din versiyonları karşısındaki felsefi ve etik yerini asla sarsamadılar, eleştiremediler, çünkü bu imkansızdı. Onun yerine salt durumsal ve şahıslar bazında propaganda başlıklarıyla işi götürmeye çalıştılar. Ve bu avamlıklar düzleminde “Cemaat kendini feshetsin” kadar izansız, komik beyanatta bulunan “akademisyenler” çıktı. Akla inat böyle birşeyin olasılık ve hakkaniyetini! farzetsek, Cemaat bunu yapması gereken son topluluk bile olamaz.
2- Devlet, mağdurların savunusunun hem söylem hem de temsiliyetini kontrolüne; gizli/açık yönlendirmesine aldı. Gerek CHP’nin “Her KHK’lı cemaatçi değil” şeklindeki güya masumane ama aslında sinsi söylemiyle KHK Hareketi’ni Cemaat karşıtlığına evirmeye çalışması, gerekse neredeyse tecavüz gibi mağduriyetlere ve EP’e rıza üreten ve Cemaat’e nefreti defalarca tescillenmiş ve aynı zamanda siyasi parti kimlik+ajandası olan Abdürrahim Karslı gibi etki unsurlarının aynı anda ne hikmetse mağdurların söylemsel ve hatta kimi durumlarda yasal temsiliyetini hack’lemesi. Bu etki ajanları mağdurları kendi davalarında en az kazanıma en fazla kayıpla rızaya ısındıran ayaklı “İkna Odaları” görevi yürütüyor. Mağdurlar kendi söylemlerini belirlemede tamamen etkisiz, edilgen hale getirilmiş; “Fetö’yü kabul etmek zorundasın. ‘Fetö var ama ben artık onlardan değilim’ demekten başka savunma şansın yok. Ve tabi isim de vereceksin” diye şartlandırılmış. Birçok mağdur böyle avukatlar eli ve bu “savunma” projesiyle itirafçı yapıldı. Ve Devlet, eski HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz’ın da aşağıda dediği gibi, artık istediğini aldığını ve özellikle itirafçıların hiçbir haklarını geri alamayacağını duuyurdu:
“Etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmak isteyen çok sayıda hâkim ve savcı itirafçı oldu. Halen de bu itiraflar devam ediyor. Bugüne kadar itirafçı olup da mesleğe döndürülen tek bir isim bile yoktur. HSYK Genel Kurulu’nun bu konudaki düşüncesi net. İtirafçıların mesleğe iadesi söz konusu değil.”(7) Zaten aksi “hukuken” abes olur. Kendinin “terör örgütü mensubu” olduğunu “itiraf” eden kişi nasıl memuriyete iade umabilir ki. Rejime çalışan avukatlar, iş tanımlarının ve meslek etiklerinin gereği olarak uzun vadedeki bu tuzağa karşı uyarmak veya bu kadar basit bir mantıksal çıkarımı göstermek şöyle dursun; mağdurları bu tuzağa bizzat çektiler, onları kendilerine gerçek, samimi nasihat verecek dostlarından soğuttular, uzaklaştırdılar. Devlet, yürüttüğü zulümdeki “hukuki” avantajını savunmadaki gedikten yani “itirafçılıktan” başka hiçbir şeye borçlu değil; ellerinde halen fiziki, adli delil yok. Peki Devlet “itirafçılık/muhbirlik” mekanizmasını neye borçlu? Gayrınizami harpe, bizdeki tinsel aşınmalara, rıza imalatçılarına, kullanışlı ahmaklara, “rasyonellik” adına sürecin başından beri en irrasyonel cepheleri açanlara...
Buraya kadarki pek çok şeyi özetlemek gerekirse, TC’nin Cemaat’e uyguladığı şey, İsrail’in Dahiya Doktrini’ne çok benziyor. Devlet bu doktrini ismen de bilerek mi uygulamıştır, bilemeyiz. Ama zulümler eninde sonunda benzeşmek zorundadır çünkü nesnesi insandır. İnsana zulmetmek istiyorsanız, önce onun nasıl çözüleceğini, pes edeceğini yani onun doğasını çözmeniz gerekir. Çözünce de, farklı farklı zalimler bile ister istemez aynı veya benzer yolları izler. Peki Dahiya Doktrini nedir? Dahiya Doktrini, aktif savaşçılardan ziyade sivillere ve çok can yakıcı şekilde ölçüsüz saldırıp, sivillerin İsrail’e değil içlerindeki aktif savaşçılara kışkırmasını, hatta onlardan İsrail’den daha çok nefret etmelerini ve nihayetinde İsrail’e teslim olmayı kendilerinin arzu etmelerini sağlamaktır. 15 Temmuz’a bakılınca, birebir aynı şeyin yapıldığı görülür. Devlet, rıza imalatçıları vesilesiyle Cemaat’i manipüle edip “taban-tavan ayrımı” diye sinyaller gönderirken; kendi bu ayrımın tam tersini yapıp, “taban”a özellikle saldırmaktadır. Bunun etkilerine bakınca, mağdur platformlarında bile değil sadece Cemaat bağlantısından, devamında islamiyetten bile pişmanlık belirten “Nursi’yi tanıyacağıma Schopenhauer’u tanısaydım” türünden mesajlar yayılmakta; Hanefi Avcı gibi derin devletin etki ajanlarına mağdurlara “sesleniş”, bünyeye sızma imkanları sunulmaktadır. İsrail bile kendi Dahiya Doktrini’ni bu kadar kolay uygulama imkanı bulamamıştır.
Sonuç:
Devlet, Cemaat’in finansal, bürokratik, medyasal, eğitimsel vs. ayak izlerini silmek için ne kadar kafa yorduysa, ondan daha fazlasını Cemaat’i tinsel olarak bitirmek için planladı. Bu planı çözmek için kendi üzerimizde adli bilimlerdeki “psikolojik otopsi” gibi yöntemleri kullanabiliriz. Peki neden mi bu planı çözmeliyiz? Çünkü Devlet bizdeki ruhsal hasarı tamamlamadıkça diğer başarılarını tamamlamış olmayacak, aksine tarihsel narratifte hakimiyeti kaybedecek. Ve biz tinsel hasarımızı onarmadan tam kurtuluşa ve saygın bir geleceğe eremeyeceğiz. Herşey ilk manevi anlamına, başlangıcına kadar götürülmeden hiçbir şey bitmeyecek, döngü tamamlanmayacak. Peki o ilk tinsel başlangıç ne? İmanını, uhuvvet bağlarını onarmak, aidiyetini sevip onunla onur duymak, onu yeniden ve daha güzel bina etmek, ihya etmek. Onu inkar ve ondan kaçmak değil. İnkar ve kaçış sadece imtihan ve çileyi uzatır, kayıpları kalıcılaştırır. En büyük kaybın ise Rıza-ı İlahi ve uhrevi emniyet olma riski var.
Notlar:
1) Masha Gessen, Judity Butler günümüzde yaşayan yahudi akademisyen ve enteletüellerden olup, Gazze soykırımına karşı en şiddetli mücadeleyi verenler arasındadırlar.
2) Orijinali: “We lost our home, which means the familiarity of daily life. We lost our occupation, which means the confıdence that we are of some use in this world. We lost our language, which means the naturalness of reactions, the simplicity of gestures, the unaffected expression of feelings.” (Hannah Arendt’in 1943’te yayınladığı “Biz Mülteciler” adlı yazısından.)
3) “Ruhlarımız, zihinlerimiz, inançlarımız nasıl yoksullaştı, dönüştü, bozuldu?” sorusunun karşılık gelebilecek herşey.
4) Orijinali: “Stop being morally obtuse. The law only claims moral authority and justification. If the laws-on-the-books justify the murdering of children, the murdering of starving children, the murdering of wounded, grieving children in displaced population tents, then it must be resisted.” 27 May 2024.
6) Cemaat’in gelecekte varolmasıyla mağduriyetin son bulmasını sanki birbirinden bağımsız şeylermiş gibi gösterdiler. Oysa insanların çözülüp EP’e yönelmesi zaten ancak Cemaat’in bittiğine ikna olmasıyla mümkündü. Başka deyişle, insanların Cemaat’in bir geleceği olduğuna umutlarını ve temennilerini korunması, hukuken EP gibi tuzaklara karşı da dirençlerinin de temeli idi.
Aslı R. Topuz
20 Ekim 2024
Comments