Bugünlerde bilginin hiç olmadığı kadar steril, subjektiflikten arındırılmış bir vaziyette bize sunulmasının imkanlarının arttığından söz ediliyor. Makine öğrenmesinin ve istatistiğin merkez bileşeni olduğu yapay zekaya olan güven yüksek. Heyecan ve özgüven tıpkı 19. asır pozitivistlerinin yahut Viyana çevresinin mantıksal olgucularınınki gibi.
Paul Feyerabend’in metodolojik çoğulculuğu, bilimde tek bir metodolojinin hakim kılınmaması gerektiği, keza diğer bilim felsefecilerinin “theory ladenness’’ (teori yüklülük) ile ilgili savları, tüm bu birikimin neredeyse gözardı edilmesi söz konusu. Çok sayıda insan artık düşünme işini Generative AI’a yıkmaya hazır. Animasyon dünyasının efsanesi Hayao Miyazaki’nin, sanatsal üretim işini yapay zekaya yıkmayı hayatın kendisine bir hakaret olarak görüp moralini bozması hala akıllarımızda. Sonuç olarak insanda bir tür entelektüel gerileme yaşanacağı açık.
Bunun yansımalarını bizim dijital kamusallığımızda, sosyal medyada da gözlemlemek mümkün. Dünyanın sadece duyumsanabilir olan, 5 duyu organlarıyla algılanabilen taraflarıyla ilgilenme eğilimi ve bu yönde diğer insanlara baskı oluşturma durumu söz konusu. Her türlü yorum ve tahlil çabaları artık “büyük resimcilik” yahut “komplo teorisyenliği” ile suçlanarak metafizik spekülasyon diye mahkum edilip itibarsızlaştırılmakta. Serdedilen görüşlerin pozitivistik bir biçimde doğrulanabilir olması gerektiği öne sürülmekte. Bu doğrulama ilkesi, bilgi iddialarının her seferinde gözlem yoluyla test edilmesini gerektiriyor. Bu düpedüz entelektüel gerilemeye davettir. Hiç değilse, siyasetin mutfağında pişen nice tuzağın o tuzak ortaya çıkmadan ve görünür olmadan onun kokusunu alacak burundan kurtulmak demektir. Davutoğlu’nun mealen “Bombacı bombayı patlatana kadar onu tutuklayamıyoruz” demesindeki kadar aptalcadır.
Diğer yandan “komplo teorisi” yakıştırmasının özellikle pandemi döneminde otoritelerce yaygınlaştırıldığı gerçeği bilinmelidir. Bu davranış biçimi, demokrasi karnesi çok iyi olan ülkelerde bile toplumu kutuplaştıran, toplumsal barışı zedeleyen bir şeydi. Tarihin görüp görebileceği en büyük servet transferi, birkaç ilaç firmasına kamu fonlarının çok kısa sürede aktarılmasıyla gerçekleştirilirken, bunun eleştirilmesi bu şekilde yasaklandı. Bu kişiler, aşının içinde çip olduğu gibi gerçekle bağdaşmayan savları olanlarla aynı safta, homojen bir yapı gibi gösterildi. Bilim karşıtlığı yapılmamalıydı. Güya en sıhhatli bilgi o günlerde hükümet görevlilerinden çıkmaktaydı. Yorum yapıp duran çatlak sesliler ise spekülasyonlarla umumun sağlığına zarar vermekteydi. ‘‘Fact checking’’ en çok duyduğumuz kavramlardan olmaya başlamıştı. Burada çok açık olarak anlıyoruz ki, bilimin tiranlığı bilimcilerin (bilimi ideoloji haline getirenlerin) elinden gelmekte ve tahakküm aracı olarak kullanılarak suistimal edilmekteydi. WHO verilerine göre her yıl dünyada yüzbinlerce pasif içicinin kansere yakalanıp yaşamını yitirmesi dünya kamuoyunun gündemini hiçbir dönem çekmezken bunlar yaşanıyordu. Her iki durumda da şirketler ceplerini doldurmaya baktılar.
Bilimsel bilginin ve onun gündelik hayattaki somut yansıması olarak ileri teknolojinin üretimini neredeyse tekeline almış Silikon Vadisi üniversitelerin üzerindeki nüfuzlarını da kullanarak yapay zekâ üzerinden insanlık üzerinde kontrollerini artırmak istedikleri söylenebilir. Kitlenin duymak istediği şekilde kanaat bildirmeye zorlanan bugünün kanaat önderleri artık yalnızca algoritmaların desteklediği görüşleri serdetmeyi istemektedirler ve görülen o ki, ifade özgürlüğü açısından tehlike arz eden bu durum birçoğunu endişelendirmemektedir. Kanaat bildirenin yüksek etkileşim hedefleyerek “başarılı” olma arzusu, bu kesimi köle ruhlulaştırmıştır.
“Çağın en büyük hastalığı”, diyor Rousseau, “başarı üzerine kurulmuş bir hayat isteğidir. Hayatın anlamı başarıda değil özgürlüktedir. Sadece başarı için yaşayan insanlar, köle ruhludurlar, özgür olamazlar.”
Böylelikle alternatif yorum gölgede kalmaktadır. İnsanların aynılaşması, birbirlerine her geçen gün daha da benzemeleri insanlik adına üzücüdür. Sosyal medyada espri yapma biçimimiz bile kalıplaşmış bir haldedir.
Geçtigimiz yüzyılda Frankfurt Okulu’nun filozofları bu aynılaşmaya ve pozitivizme çok yerinde eleştiriler getirmişlerdi. Pozitivizmin başka bilme biçimlerine tahammülsüz yaklaşmasını baskıcı buluyorlardı. Klasik Marksist görüşlerine popüler kültür eleştirilerini de katarak aynılaşmanın tehlikelerine karşı uyarmışlardı. Adorno’ya göre bu aynılaşma gerçek sanat ile kırılabilirdi mesela. Fakat Hayao Miyazaki’yi üzüntüye boğan son gelişmeler karşısında, yani sanatın üretiminin bile yapay zekaya devri karşısında yeni hâl çarelerine başvurmak gereklidir. Yapay zekanın her geçen gün hayatımızda daha fazla yer edineceği realitesinden hareketle, onu bir rakip olarak görmek yerine bir işbirlikçi olarak kullanmak, opsiyonlardan bir tanesidir. Yapay zekâ, insan bilgisinin artarak yoluna devam ettiği serüvende, bu bilginin teknoloji aracılığıyla somutlaştırılmasının bir sonucu olarak dünyayı keşfetme yolunda vardığımız bir ara durak olabilir. Bu söylediğim önemlidir, çünkü nihai bir aşamaya gelip gelmediğimizi hiçbir zaman bilemeyeceğimizi söylemek istiyorum. Gelecekte yaşanacak bilimsel gelişmeleri önceden kestiremeyiz. Kestirebilseydik, insan bilgisinin tarih boyunca sürekli artarak ilerlediğinden de bahsedemezdik. Dünyaya dair keşfimiz bir çırpıda gerçekleşirdi. Teknolojik ilerlemeler uzun bir döneme yayılmazdı.
Bir ara teknoloji olarak yapay zekâ günümüzün Kant’larını dogmatik uykularından uyandıracak, onları yeni felsefi pozisyonlar üretmeye teşvik edecek bir Hume’dur belki de…
Gökkubbe altında hâlâ söylenmemiş söz vardır. Aksi halde devrimci hipotezler nasıl öne sürülebilirdi ve hala sürülebilmektedir? Manyetizmanın kurucularından W. Gilbert, dünyanın içinde ruh taşıyan dev bir mıknatıs olduğu iddiasıyla çalışmalarında bu manyetik ruhun varlığını ispatlamaya çabalamıştı ve bu, manyetizmanın anlaşılmasında bir dönüm noktası oldu. Bilim adamlarına, düşünce insanlarına bu tarz absürd gibi gelebilecek soruları sorabilmeleri için olanak tanımak için demokratik bir kamusallık sağlamak bu yüzden önemlidir. Bugün dünyanın akıllı bir varlık olduğunu iddia edenleri cesaretlerinden dolayı tebrik etmek gerektir. (1)
Generative AI aplikasyonları bilgi üretiminde a priori ve temel olarak a posteriori bilgiden yararlanmaktadırlar. A posteriori olarak deneyim ve gözlem yoluyla elde edilen bilgilerden istifade ederler. Bu bilgi biçimi geniş veri setlerinden, tarihsel olaylar, bilimsel bulgular ve kullanıcıların sağladığı bilgiler gibi empirik verilere dayanır.Yapay zekânın eğitimi, büyük miktarda metin verisi üzerinde gerçekleşti. Bu veriler, farklı konularda yazılmış gerçek dünya gözlemleri, deneyimler, araştırmalar ve literatür içeriyor. Bu, a posteriori bilginin bir yansımasıdır. Metinlerin analiz edilmesi ve bu metinlerden anlamlı bilgiler çıkarılması, aslında insan tecrübesinin bir derlemesidir. A priori bilgiyi de mantık ve matematikle sınırlar, nesnel ve tarafsız bilgi üretir. Tüm bu yönleriyle pozitivistlerin bilgi felsefelerine çok yakın hareket eder.
Generative AI’in ürettiği bilgi birçok yönden işlerimizi kolaylaştırmakta ve bize zaman kazandırmaktadır. Ancak zaman içinde itibarı daha da arttıkça ürettiği bilginin geçerliliği ve doğruluğu mutlaklık da kazanacak ve bilgi, tekelleşme tehlikesi yasayabilecektir. İnsanlar birbirleriyle sohbet edip, subjektif yorumlara maruz kalmak yerine bu aplikasyonlara hakikat pınarı muamelesi yaparak ‘‘debate’’lere olan ilgilerini azaltabileceklerdir. İnsanın özgünlüğünü tehdit edebilecek bu gelişmeler bireyleri daha da standartlaştıracaktır. Böylesine bir standardizasyonun üreteceği bir toplumda yeni bilimsel gelişmeleri tetikleyecek devrimci fikirlerin nasıl filizlenebileceği tartışmalı olacaktır. Oysa açık toplumun en önemli özelliklerinden birisi bu debate’lerdir. Farklı fikirlerin rahatlıkla çarpıştırıldığı bir zeminin sağlanmasıdır. “Yanlış” da olsa yeni şeyler söylemekten vaz geçilmemelidir. Yeni felsefi pozisyonların, bilimsel buluşların aynı zamanda düşünürlerin kendilerinden öncekileri yanlış anlamaları ve metinleri çalışırken bilgileri işlemede tecrübe ettikleri öznel süreçlerin, içinde bulundukları tarihsel ve sosyal koşulların etkisiyle ortaya çıktıkları bilinen bir şeydir:
“(…) Felsefe tarihindeki tüm büyük 'diyaloglar' pek çok yanlış anlama vakasıydı: Aristoteles Platon'u yanlış anladı, Thomas Aquinas Aristoteles'i yanlış anladı, Hegel Kant ve Schelling'i yanlış anladı, Marx Hegel'i yanlış anladı, Nietzsche İsa'yı yanlış anladı, Heidegger Hegel'i yanlış anladı… Tam da bir filozof diğeri üzerinde önemli bir etki yarattığında, bu etki istisnasız olarak üretken bir yanlış okumaya dayanıyordu - analitik felsefenin tamamı Wittgenstein'ın ilk dönemlerini yanlış okumaktan ortaya çıkmamış mıydı?” (Zizek)
Not:
Onur Çetin
Comments