Kahraman ve hain diye bir şeyin olmadığı, insanın yapıp etmelerinin kendi özgün bağlamı ve tarihselliği içinde ele alındığında koşulların kişiyi iyi veya kötü davranmaya ittiği naif düşüncesine, mücadele etme azmine sahip olmayanların açık olduğu iyi bilinir. Naif, buna inanıp aydınlanmasını yaşadığına, toksik bir atmosferden kendini kurtardığına inanmaya başlamışken politik iktidarın ayartmalarına açık olan tarihçiler, keza çeşitli etnik grupların güçlü kalemleri günceli kahramanlar ve hainler olarak ele almaya, mağduru zalim, zalimi ise mağdur göstermeye devam ederler. Tıpkı kadim zamanlarda olduğu gibi bugün de kahramanlar ve hainler yaratılır durur. Tarihin belli bölümleri öne çıkarılır, belli kısımları hasıraltı edilir.
Öyleyse bu durum karşısında konformizme sarılmak korkaklık etmek değildir de nedir? Kendi kavgasını vermeyi beceremeyenin kendisine saygısı olduğundan ne kadar söz edilebilir? Kendisine saygısı olmayana bir başkası ne kadar saygı duyabilir? Çarmıha gerilirken kendisine destek olunması şöyle dursun, dinmek bilmeyen şeytanlaştırma ve hakaretlerle karşılaşan birinin o perişan halde bile uzlaşma araması, durumu mitik bir azizliğin erdemi ve metanetiyle karşılamaya çalışması siyaseten hiçbir başarı getirmez. Bu yüzden “Tarih en büyük yargıçtır.” veya “Beni tarih yargılayacak.” gibi sözler bilinçsizce, üzerinde iyi düşşünülmeden sarfedilegelen klişe sözlerdir.
İnsanlık tarihi denilen şey, Karl R. Popper’in de çok iyi tespit ettiği gibi olsa olsa ulusal ve uluslararası suçların, politik gücün tarihidir. Gücü ele geçirenin gözetiminde yazılır o tarih. Subjektiftir. Muktedirin insafı ölçüsünde subjektiflik dozu değişir sadece. Tarihçilik biçimlerinden en tehlikeli olanları da, geçmişi kafasındaki teoriye göre, belli ön kabuller aracılığıyla düzenlilikler arayarak, çarpıtmalar ve indirgemelerle geçmişi irdeleyerek güya tarihte bir yasayı keşfettiğine, şimdi ortaya atacakları, güya herşeye ilaç gibi gelecek olduğunu iddia ettikleri tezlerle bugün olan biteni ve gelecekte de olacak olanları artık tam bir doğrulukla tespit edeceklerine inananların yarattıkları tarihçiliktir. Böyle bir tarihçiliğin benimsenmesiyle ortaya atılan büyük tezler gerek tehlikeli arzularını gerçekleştirmek isteyen siyasetçilere, gerekse bir inancın çatısı altında iğfal ettiği insanların toplanmasını sağlayarak o inanç uğruna insanların kendilerini feda etmelerine veya türlü suçlara karışmalarına yol açan fırsatçılara aradıkları zemini bulmalarını sağlar.
Hegel, Napolyon savaşlarının yarattığı tepkisel ve içgüdüsel Alman milliyetçiliğinin Prusya Kralı’nın tahtını sallamaya başlaması karşısında devletin resmi bir filozofu yani memuru olarak o günün otoriter Prusya Devleti’ni özgürlüklerin hamisi olarak gösterecek şekilde tarihsel kurgusunu yaratmıştır. Aynı şekilde tarihi, türlü ulusal ruhların dünya egemenliği için çekişmelerden ibaret olduğunu öne sürerek uluslararası ilişkilere zarar verecek kuramını geliştirmiştir.
Karl Marx’ın sınıf çatışmasına dayalı tarih okuması, insanın baktığı her yerde sınıf çatışmasını gördürmüştür. Çünkü tarih boyunca böyle olmuştur ve gelecekte de böyle olacaktır, günün sonunda da kaçınılmaz son olarak sosyalist devrimin müjdesini veriyorum diyerek sermaye sahiplerine karşı öfkeyi örgütlemiştir. Nitekim çok sayıda insan Marksizm’in cazibesine kapılarak devrimcilik ideali uğrunda yok yere can vermiş, bu ideolojiyi devletle izdivaca sokan 20. asrın totaliter devletleri milyonlarcasını türlü eziyetlerle telef etmiştir.
Dinlerarası diyalog çalışmalarının, Craig Considine gibi sosyologların, uluslararası ilişkilere verdiği zararı görerek alarma geçip anti tezlerle kendisine karşılık vermeye çalıştıkları siyaset bilimci Samuel Huntington, benzer şekilde tarihte olan bitenlerin medeniyetler çatışması şeklinde geliştiğini ve gelecekte de aynı çatışmaların yaşanacağı kehanetinde bulunmuştur. 21. yüzyılı bu tezin ışığında okuyarak zehirli, hizipçi siyasetini üretmek isteyen fırsatçılar bir gün Miçotakis gibi “Ben Avrupa’yı koruyorum.” diyerek mülteci karşıtlığını meşrulaştırmaya, kimlikçilik oynamaya kalkarak, öbür gün ise, Devlet Bahçeli gibi, Türkiye’nin, Türk dünyasının ve 57 İslam ülkesinin da içine katılacağı yeni bir güvenlik teşkilatının kurulmasının ihtiyacından dem vuran, “Asya ve Ortadoğu Güvenlik Örgütü” ismiyle kurulmasını istediği güvenlik teşkilatının aynı zamanda NATO’ya, demonize ettiği Batı’ya karşı bir “denge unsuru” olması için ellerini ovuşturan şaklabanlar olarak karşımıza çıkarlar.
Bu, hepsi birbirinden zararlı tarih okumalarına bugün ulema-devlet tezi de eklenmiştir. Türlü yalanlarla kamuoyunu yanıltıp 2003’teki Irak işgalini tasarlayan ve İslamofobik oluşu ile bilinen İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in Enstitüsü başta olmak üzere, arkasında güçlü bir politik destek bulan Ahmet Kuru ve onun mensubu olduğu Dogmatik Okul, Türkiye’nin üzerinde her geçen gün dalga boyu daha da yükselen nihilizm ve modern kinizm tsunamisinden istifade ederek mevcut kaosun ve başarısızlıkların günah keçisi olarak gösterdikleri ulemayı hedefe oturtur. Geleneksel Sünni paradigma içinde hareket eden, formel eğitim almamış cemaat liderlerinden, ilahiyat mezunu, yüksek tahsilli din adamlarına kadar bütün din adamları nezdinde İslam’ın ana gövdesini oluşturan Sünni mezhebi, Müslüman ülkelerdeki olmuş ve olacak olan bütün uğursuzluklardan sorumlu tutularak, her gün yoksulluktan, çaresizlikten, sürekli alınan mağlubiyetlerden, adaletsizliklerden kırılan sıradan vatandaşın tüm öfkesini tevcih etmesi gereken mezhep olarak onların önüne konulur. Suçlu her zamanki gibi İslam’dır.
Küresel İslamofobi gündemi ve Huntington’un medeniyetler paradigmasına kendini uyarlayarak savlarını geliştiren Dogmatik Okul’a Alevilerin de destek verdiklerine dikkat çekmek istiyorum. Çok eskiden beridir Marksizm ve Kemalizm gibi ideolojilere sarılarak Sünni mezhebine dolaylı gözüken ama aslında doğrudan olan hücumlarını, bu kez de Ahmet Kuru’ların savlarına sahip çıkarak üç koldan gerçekleştirmektedirler.
Gülen Cemaati'ne karşı tertip edilen bir Bartholomeus Gecesi olan 15 Temmuz Olayı’nın mezkur savlar ışığında bir kardeş kavgasıymış gibi pazarlandığına, Sünnilik’in iflası gibi gösterildiğine bu süreçte çokça şahit olduk. Fakat, Alevi bürokrasinin yaptıkları fişlemeler, bu fişleme listeleriyle Akp’nin kapısına koşmalar, gammazlamalarda ve darbe tuzağında yer alıp RTE’nin siyasi ömrünü uzatmalar bu anlatılarda hep saklandı. Bu karanlık dönemde İslamcılara en büyük desteği verenlerin Alevi kadroları olduğu gerçeği sıkı bir kararlılıkla gizlendi.
CHP’li Ensar Öğüt’ün “Alevi subaylar olmasaydı 15 Temmuz önlenemezdi.” itirafı yeterince önemsenmedi, saklandı. Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Abdülkadir Selvi, Toygun Atilla, Nedim Şener başta olmak üzere pek çok Alevi isim Sünni topluluklara gerçekleştirdikleri düzenli ve amansız saldırılarını gözlerimizin önünde hemen her gün tekrarladı. Farklı motivasyonlarla bunu yaptıklarına yoruldu, esas motivasyonları saklandı.
Bu saklama sadece bugüne özgü de değil. Hükümetler geldi, hükümetler gitti ancak Alevi bürokrasisi hep bulunduğu yerde çakılı kaldı, hiç mevzi kaybetmedi, nüfuzunu artırmanın yollarını aradı durdu. Tuz biberi stand-upçılarından bir kadın Alevilerle ilgili bir ironi yaptı, anında adli takibata uğradı. Aleviler gerek böyle şakalara karşı, gerekse de Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimde uygun bir aday olup olmadığı münazara edilirken Alevi olmasının tartışma konusu yapılmasına karşı tepkilerini gösterip Sünni kesimlerin de açıktan kınamada bulunmaları gerektiğini belirtirlerken, yıllardır soykırıma maruz kalan Gülen Cemaati mensupları ile ilgili her gün yapılan kara propaganda, iftira ve nefret kampanyasına karşı dilsiz kaldılar.
Çok açıktır ki Aleviler, tarihsel açıdan dezavantajlının tek bir etnik grupmuş gibi, sadece kendileriymiş gibi davranarak mağduriyetin tekelini ellerinde tutmaya çalışmalarında kendi tarih yorumlarını sürekli olarak oluşturmakta, toplumun geri kalanına dayatmaktadırlar ve hakim politik özne olarak gösterdikleri “Sünni, erkek” öznesine karşı sürekli bir saldırı ve itibarsızlaştırma politikası yürütmektedirler.
Bu çabaların soykütüğünü çıkarmaya çalışmak bu yazıyı aşar ancak 90’lardaki aydınlar deklarasyonu önemli bir kırılmadır. Aleviler 90'da, birçok yazarın öncülüğündeki deklarasyonları aracılığıyla, yalnızca bir siyasal güç ögesi olarak görülmek değil, aynı zamanda resmen tanınmak ve toplumun karalamalarından, önyargılarından kurtulmak gibi taleplerle gelmişlerdi, hatırlayalım. Bildirgelerinde, toplumun Alevilerin maruz kaldığı baskıları ikrar etmesi yönündeki genel beklentiler de dile getirilmişti. Bugün çoğu Alevi, cemaat mensupları için hazırlanabilecek benzer bir bildirgeyi destekleyemeyecek kadar bencil ve ötekiye saygısız, duyarsızlar. Oysa bildirilerinde Alevi kültürünün tanıtımı ve geliştirilmesine yönelik talepleri doğrutusunda hem yazılı basının hem de resmî radyo ve tv kanallarının Alevilerin dinsel otoritelerine, törenlerine, şiirlerine, müziklerine yer verilmesini isterken inançlarına saygı gösterilmesini talep ediyorlardı. Üstelik, kendilerindeki kadar bile katı olmayan bir cemaat endogamisine (iç evlilik) katalog evliliği yakıştırması yapılmasına yine en çok bu kesimin, mezkur evlilik geleneğine aşinalıktan dolayı karşı çıkması gerekiyordu. Fakat bu konuda da açıkça itiraz getireni görmedik.
Son zamanlarda Alevilerin vites yükselttikleri ve bu kimlik politikalarını monolitik hizipçi, mezhepçi bir çizgiye doğru kaydırmaya başladıkları söylenebilir. Sedat Laçiner’e geçmişteki yazılarıyla alakalı olarak son zamanlarda örgütledikleri linç, Laçiner’in bize tam 9 yıl önce mezhep sürtüşmelerine karşı ne kadar yerinde uyarılarda bulunduğunu fark ettirmiş oldu. Ancak, gittikçe daha da radikalleştikleri belli olan Aleviler bu mezhep sürtüşmelerinin alevine odun atmaktan çekinmezlerken, durumu, ilk ateşi Laçiner açmış gibi göstererek kamuoyunu yanıltmada pek mahir davrandılar. Lakin, çok uzun zaman önce Laçiner’in böyle yerinde bir uyarıda bulunabilecek kadar yetkin biri olmasından dolayı ne kadar kendisini tebrik etsek ve gurur duysak azdır. Laçiner’e kulak verelim!
Sol örgütler içinde yer alan Alevilerin, Taliban Afganistan’da iktidarı ele geçirince bunu emperyalizme karşı zafer olarak görüp sevinmelerine içeriden, tek bir Aleviden bile bir itiraz gelmemiş olmasını görelim, ifşa edelim!
Aynı örgütler içindeki Alevilerin, Kadirov'un adamlarının da olduğu Putin ordusunun ilerleyişini de selamlamış olduklarını, çocukların katledildiği, hastanelerin kurşuna dizildiği, milyonların mülteci olarak yollara düştüğü bir ortamda, katillerin başkentinde, Moskova’da konser veren Grup Yorum’u hala bağırlarına basmaya devam etmelerindeki radikalleşmelerini görelim, gösterelim! Sedat Laçiner’e kulak verelim!
Yazar: ONUR ÇETİN
19.06.2022
Comments