top of page
Aslı R. Topuz

Transcinsiyetçilik İdeolojisi Eleştirilerine Dair Bir Çerçeve

Uyarı: Transcinsiyetçilik ideolojisinin eleştirisi, trans bireylerin temel insan haklarının tartışılmazlığından bağımsızdır. Başka deyişle, ideolojiye yönelik eleştiriler, insan hakları ihlallerine gerekçe yapılamaz.


Halihazırda siyaset, etik, eğitim, bilim, hukuk ve insan hakları alanlarında hararetli tartışmalar, ciddi kırılmalar, bölünmelerle birlikte yeni ittifakları da tetikleyen “trans ideology” veya “transgender ideology” veya “transgenderism”, din veya inanç temelli eleştiriler dışında da eleştirilebilir mi?


Cevap: Evet ve oldukça güçlü şekilde eleştirilebilir ve de eleştirilmeli. “Gericilik” yaftası endişesiyle bu ideolojiyi eleştirmekten çekinmeye hiç gerek yok. Aksine bu ideolojiyi eleştirmek; bilim, genel olarak felsefe, etik ve hukukun da gereği. Bu eleştirileri şimdilik şu 6 grupta toplayabiliriz:

1) Transcinsiyetçilik ideolojisinin argümantasyon zayıflığı

2) “Slippery slope fallacy” savunusu hala geçerli mi?

3) Feminist eleştiri

4) İdeolojik dayatma mı? Yoksa insan hakları mı?

5) Fetiş ve kink kültürü ile özdeşleşme sebebiyle eleştiri

6) Ateizm gibi cenahlardan gelen eleştiriler.


Bunların her biri başlı başına ayrı çalışma konusu olsa da, genel bir kanaat oluşması için hepsine kısa kısa değinmek isterim.


1) Transcinsiyetçilik ideolojisinin zayıflığı:

Bu ideolojiyle ilgili ilk bilinmesi gereken şey; bildiğimiz diğer ideolojiler, mesela liberalizm veya marksizm gibi kendi içinde bir bütünlük veya tutarlık bilinci/çabası olan felsefi bir temellendirmeye dayanmadığıdır. Hatta kimilerine göre aslında bir transcinsiyetçilik ideolojisi yok. Ancak zamanla trans bireylerin kendi taleplerini savunmak icin başvurdukları gelişigüzel veya başka ideolojilerden ödünç bazı savların bir araya gelmesiyle oluşmuş, üzerlerinde uzlaştıkları bazı fikirler var ki, bunlar trans bireylerin kendileri ve eleştirenleri için artık bir ideolojiye dönüşmüş durumda. Bu fikirlerin ana hatları şöyle:

“İnsan yanlış bedende doğabilir, insanın biyolojik cinsiyeti ile ruhsal cinsiyeti zıt olabilir, cinsiyet kimliği tamamen sosyal inşadır, bir kadın gerçekten olgusal anlamda erkeğe ve bir erkek gerçekten olgusal anlamda kadına dönüşebilir; bu yüzden gençlere hatta çocuklara bile hormonal/cerrahi yollarla cinsiyet değiştirme firsatları tanınmalıdır, insanın cinsiyetinin tespiti için biyolojik cinsiyet veya bilimsel olgular yerine şahsi beyan esas alınmalıdır, trans bireyler spor müsabakaları, cezaevleri, kamuya ait tuvalet veya duşlar gibi ortamlarda biyolojik değil kendi beyan ettikleri cinsiyete göre muamele görmelidir...”


Bu fikirler etrafında örgülenen transcinsiyetçilik ideolojisi, hem kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler, tutarsızlıklar hem de kesin bilimsel olgularla çatışması sebebiyle aslında oldukça zayıf bir ideoloji. Bu zayıflıklara şöyle örnekler verebiliriz:


-Biyoloji, anatomi, genetik gibi bilimler, cinsiyetin doğumdan sonra “atanan” veya salt toplumsal inşa bir olgu olmadığını, doğumdan önce hatta döllenmeyle belirlenen ve kati, biyolojik bir olgu olduğunu, bunun sadece insan değil tüm memeliler için geçerli olduğunu ve hiçbir makyaj, cerrahi operasyon veya hormonal müdahalenin biyolojik bir erkeği gerçek bir kadın veya biyolojik bir kadını gerçek bir erkeğe dönüştüremeyeceğini belirtiyor. Hatta “insanın yanlış bedende doğabileceği” fikrinin de saçma, sanrısal ve bilime aykırı olduğunu çünkü cinsiyetin genetik olarak fiziki / biyolojik tezahürleri olduğu kadar, sinir sisteminde ve kişilik özellikleri olarak da ortaya çıkan bir tezahürler bütünü olduğunu ileri sürüyorlar ve hatta evrimsel biyologlar fiziki, nöral vs. tezahürleri de olan cinsiyetin binlerce yıllık süreçlere dayandığını, o yüzden kişisel beyan veya estetik müdahalelerle değiştirileceği iddiasının asılsız hatta komik olduğunu dile getiriyorlar. Mesela trans bir kadının yani aslında biyolojik bir erkeğin tıpkı biyolojik bir kadın gibi hamile ve “anne” olabileceği fikrinin komikliği gibi. Çünkü “anne” olmak; hem süt bezleri ve rahim sahibi olmak gibi fiziki koşullarla, hem de binlerce yıl boyunca çocuklarıyla yaşanmış deneyimler ve kurulmuş duygusal bağlarla ilişkili “annelik” duygu, güdü, zihin ve kişilik özelliklerinin hem genler hem de sosyal öğrenme yollarıyla aktarılmasıyla bağlantılı. Ve biyolojik kadınlar bu fiziki, duygusal ve tarihsel donanımlara doğuştan ve gen düzeyinde sahip. Bu binlerce yıllık donanımlar basit kozmetik müdahalelerle elde edilemez.


-Bilim cephesinden böyle kati itirazlarla karşılaştığında, transcinsiyetçilik ideolojisi bu kez mesela feminist teoride ortaya konan biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki ayrımlara veya psikiyatrideki “gender dysphora” gibi kavramlara sarılarak hileye ve kaçak dövüşe başvuruyor, şöyle ki: Biyologlar, tıp doktorları, psikiyatristler ve sair biliminsanları biyolojik cinsiyetin kati bir olgu olup gerçekte değişmeyeceğini söylediğinde, transcinsiyetçiler “Doğada örnekleri mümkün, mesela köpekbalıkları cinsiyet değiştirebiliyor” gibi cevaplar verip daha da ileri giderek biyolojik erkeklerin doğum yapabileceğini, mensturasyon yaşayabileceğini ve bebek emzirebileceğini iddia ediyorlar. Bilim kendilerine insanın köpekbalığı ile karşılaştırılamayacağını ve erkeklerin sayılan deneyimleri ne fiziken ne duygu olarak asla gerçekten yaşayamayacağını; biyolojik bir erkeğin asla rahim kanseri olmamış ve olmayacak olması gibi, biyolojik bir kadının da asla prostat kanseri olmadığını ve olmayacağını çünkü bunların rastlantısal istatistikler değil sabit bilimsel olgular olduğunu söylediğinde; bu kez de insanda cinsiyetin iki seçenekten ibaret olmayıp bir spektrum olduğu gibi söylem değişikliklerine kaçıyorlar. Bilim, insanlar için böyle bir spektrum olmayıp sadece iki biyolojik cinsiyet olduğunu ve bunların kromozom (x,y) düzeyinde belirli olduğunu ortaya koyduğunda ise, bu kez biyolojik cinsiyetin önemli olmadığını, zaten cinsiyet rollerinin sosyal bir inşa olduğunu iddia ediyorlar. Bu kez biliminsanları kendilerine eğer cinsiyet rolleri salt sosyal inşa ise veya biyolojik cinsiyet o kadar da önemli değilse neden hormonal ve cerrahi müdahalelerle illa üreme organlarını değiştirmekte ısrar ettiklerini, neden diğer zamanlarda iddia ettikleri gibi salt beyanın yeterliliğini kabul etmediklerini sorduğunda, yine cevap veremiyorlar. Ve yine cinsiyet sadece erkek ve kadın seçenekleri ile sınırlı olmayıp geniş bir spektrum ise çoğunluğunun neden cerrahi, hormonal veya başka kozmetik işlemlerde ısrarla tam karşı cinse (veya iki cinsiyetten birine) dönüşmeyi tercih ettiklerini veya neden o spektrumdaki cinsiyetleri fiziki dönüşümsüz yani bedenlerini değiştirmeden yaşamayı seçmediklerini cevaplayamıyorlar. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler asıl spektrumun biyolojik cinsiyet sayı veya türlerinde değil, ikiyle sınırlı biyolojik cinsiyetin dahili tezahürlerinde olduğunu ortaya koyuyor. Mesela çok zarif, feminin, dişil bir kadın kadar, “tomboy” veya Türkçe’de “erkek fatma” diye tarif edilen bir kadın da hala kadın cinsiyeti şemsiyesi altındadır; bunlar farklı veya ara cinsiyetler değildir. Aynı biyolojik cinsiyetin tezahürlerinin iki uzak ucu ama hala aynı cinsiyettirler. Transcinsiyetçiler ise bunları farklı cinsiyet türleriymiş gibi algılama hatasına düşüyorlar. Yani biyolojik cinsiyet ile sosyal cinsiyet rolleri arasındaki ayrımdan yararlanmaya, bu ayrımı çarpıtmaya çalışırken; bir de oradan çok kati itiraz ve çürütmeye maruz kalıyor, kendi tuzaklarına düşüyorlar. Bu eleştiriyi şu şekilde de sürdürüp geliştirebiliriz: Eğer beden ve ruh arasındaki bölünme iddia ettikleri kadar doğal/normalse, neden beden ve ruh arasında yeniden paralellik kurmaya çalışıyorlar? Eğer bedensel ve ruhsal cinsiyet bölündüğünde/çatıştığında, bu hormonal ve cerrahi müdahale gerektirecek kadar anormal bir durumsa; bu bölünmenin biyolojik, genetik ve psikiyatrik olarak aslında son derece düşük bir olasılık olduğunu dolaylı olarak ikrar ediyor ve kendi kendilerini çürütmüş olmuyorlar mı? Ve bu bölünmenin, eğer gerçekse, hormonal ve cerrahi müdahale gerektirdiğini belirttiklerinde, aslında bu durumun özendirilecek, teşvik edilecek birşey olmadığını da itiraf etmiş olmuyorlar mı? Ve son olarak, cinsiyet rollerinin sosyal inşa olduğunu söylediklerinde, “Sosyal inşalar, biyolojik cinsiyetle ve biyolojik süreçlerle tamamen bağlantısız mıdır veya sosyal inşalar mutlak kötü, yanlış veya önemsiz midir? Sosyal inşayla oluşmuş rolleri tamamen yıkmak mı gerekir? Buna verilecek cevaplar subjektif olmayacak mıdır? Sosyal inşa ürünü rolleri yıkmak için hormonal/cerrahi müdahale veya dilde zamir zorlamaları gibi yollar doğru, bilimsel, etik ve pratik midir?” gibi soru ve eleştirilere de cevap veremiyorlar.


-Görüldüğü üzere, transcinsiyetçilik savunucuları doğa bilimlerinden destek yerine itiraz gördüğünde, feminist teori gibi sosyal kuramlardan yardım almaya çalışıyor. Ancak oradan da destek yerine itirazla karşılaştıklarında, psikiyatrideki “gender dysphoria” gibi kavramları kullanarak taleplerini gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Oysaki psikiyatri bilimi, gerçek gender dysphoria’nın yani kendi cinsiyetiyle zihinsel çatışma yaşama halinin ender rastlanan bir durum olduğunu ve hepsinden önemlisi bunun bir ruh sağlığı sorunu olup tedavi edilmesi gerektiğini, yani bunun transcinsiyetçilik ideolojisinin yapmaya çalıştığı gibi özendirilmeye uygun, sağlıklı, iyi, istenilesi bir durum olmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca, transcinsiyetçilik ideolojisi savununcularının “gender dysphoria” diye işaret ettikleri durumların çok azının gerçekte gender dysphoria olduğunu, çoğunluğunun ideolojinin yayılmasına bağlı olarak ergenler arasında yayılmaya başlayan geçici bir özenme veya kafa karışıklığı hali olabileceğini yani çoğunun gerçekte tıbbi anlamda gender dysphoria olmadığını, o yüzden de bu çocuklara cerrahi veya hormonal müdahalelerde bulunulmasının geri dönüşü imkansız, kalıcı hasarlar bırakacağını, vücudundan hoşlanmama halinin ergenlerin hemen hepsinde görülen doğal ve geçici bir hal olduğunu ve çocukların doğal biyolojik/psikolojik büyüme süreçlerine müdahale edilmemesi gerektiğini, bu dönemdeki kırılganlıklarının ideoloji tarafından istismar edilmemesi gerektiğini ortaya koyuyor. Hukuk, etik ve gelişimsel psikoloji alanlarından da şu şekilde uyarılar geliyor: Reşit olmayan çocuklar cinsiyet değisikliği için cerrahi/hormonal veya başka müdahalelere “rıza/onay” verse bile, söz konusu rızanın “çocuğun cinsel ilişkiye rızası”ndan farkı olmaz yani çocuk aslında rıza verdiği veya talep ettiği şeyi henüz kavrayacak olgunlukta değildir. Aksi yöndeki her yorumlama zorlamadır, ideolojiktir ve çocuk istismarına girer. Kaldi ki, bu tür müdahalelere maruz kaldıktan sonra pişman olan, ruh sağlığı daha da bozulan, intihar eden (1), “detransition”ı seçen birçok genç ortaya çıkmakta ve kendilerini yanlış yönlendiren okul, hastane vs. çalışanlarına dava açmaktadırlar (2). Aslında bu durumlar, transcinsiyetçilik ideolojisinin bir iç tutarsızlığını daha ıspatlamakta ve savunucularını bir kaçak dövüşü daha bitirmeye zorlamaktadır: Cinsiyet değiştirmeyi ve kendi jargonlarını herkese dayatmayı bir akıl/ruh sağlığı sorunuyla gerekçelendirmeye mi devam edecekler yoksa bunun normalliğini, sağlıklılığını savunup bilimle çatışmaya mı devam edecekler? Artık birini tercih etmeleri gerekiyor; sıkıştıkça iki zıt arasında dans etme lüksleri kalmadı. Gerçi iki yol da tıkalı görünüyor çünkü taleplerini “gender dysphoria” gibi akıl/ruh sağlığı sorunlarına dayandıracaklarsa, o zaman dünyanın geri kalanını kendi sanrılarına iştirake zorlama haklarının olmadığını kendileri ıspatlamış, itiraf etmiş oluyorlar. Yok eğer transcinsiyetçiliğin temeli bir akıl/ruh sağlığı sorunu değilse ve taleplerinin çok olağan olduğunu iddia edeceklerse, o durumda zaten hem doğa bilimleri hem de beşeri bilimlerle çatışıyorlar ki, yine diğer insanları bu hale iştirake zorlama “hakları” çürütülmüş oluyor.


2) Transcinsiyetçilik ideolojisi ile ilgili bir felsefi kaygı da; bu ideolojinin, hukuki ve etik sınırları daha ne kadar eğip bükeceğinin belirsizliğidir. LGBTQ+ aktivizminin başlarında insanlar tek isteklerinin sevdikleri insanlarla evlenebilmek, onları yasal varisleri kılabilmek, hastanede ziyaret edebilmek, fiziki veya psikolojik şiddete uğramamak, iş ararken ve benzeri durumlarda fişlemeye, ayrımcılığa uğramamak yani diğer herkesle kanun önünde eşit olmaktan ibaret olduğunu söylediğinde ve karşılık olarak muhafazakarlar bunun sadece baslangıç olduğunu veya eşcinsellerin bunların ötesinde de gizli ajandalarının olduğunu iddia ettiğinde, elbette birçok insan muhafazakarların iddialarını “slippery slope fallacy” (3) olarak tanımlıyordu. Peki bu tanımlama hala geçerli mi? Gizli bir ajanda belki hala aşırı bir şüphe ama taleplerin hala eşit insan hakları ile sınırlı olduğunu söyleyebilir miyiz? Diğer tüm insanların onların icad ettiği bir jargonu kullanmasını talep ettikleri, spor müsabakalarında diğer tüm sporculardan farklı olarak hangi cinsiyet kategorisinde yarışacaklarını kendileri belirleme ayrıcalığı talep ettikleri, suç işlediklerinde yine diğer tüm mahkumlardan farklı olarak hangi cezaevi türünde kalacaklarını kendileri belirleme ayrıcalığı talep ettikleri, reşit olmayan çocuklar için bile cerrahi/hormonal müdahaleler talep ettikleri ve bunlar gibi hergün yeni taleplerle geldikleri yalan mı? Bu durumda “slippery slope fallacy” iddiası çürümüş, hak ve ayrıcalık kavramları arasındaki ayrım sadece onların lehine (ve başkalarının, mesela kadın sporcuların aleyhine) olmak üzere bulanıklaşmış olmuyor mu? Felsefi temellendirme açısından bakarsak; kendi hissettiği ve beyan ettiği cinsiyette olduğunu iddia eden bir insanın taleplerinden, kendi his veya beyan ettiği ırk, yaş, milliyet, hatta canlı türünde olduğunu iddia eden insanların da yararlandırılmaması için hiçbir sebep yoktur. Biyolojik yani olgusal olarak erkek bir birey, kendini kadın hissettiğini beyan ettiğinde, öyle hissettiği objektif olarak ıspatlanabilir hatta ölçülebilir bile olmadığı halde, beyanı yeterli sayılıp tıpkı bir kadın gibi muamele görme hakkı elde edebiliyorsa; olguya aykırı olarak kendini farklı bir uyrukta, yaşta hisseden kişilerin de beyanlarının yeterli sayılması önündeki engel nedir? Kimse ikincilerin pratik sonuçlarının karmaşıklığından bahsedemez, zira cinsiyet tespitinde beyanı esas almanın da gayet karmaşık ve korkunç sonuçları vardır: Kadın cezaevlerine yerleştirilen trans bireylerin kadın mahkumlara cinsel istismarda bulunması, tecavüz veya pedofili hükümlülerinin kadın cezaevlerine yerleşerek kadın mahkumlara ve yanlarında kalan çocuklarına zarar vermesi gibi, yahut sporda kadın kategorilerine yerleşen trans bireylerin kadın sporcuların kazanma ihtimalini engellemesi gibi. Kaldi ki, bu saydıklarım artık birer olasılık değil, çoktan yaşanmış ve istatistiği artan olgulardır. Hatta trans bireylere tanınan ayrıcalıkları emsal gösterip, olgusal olarak gerçek yaş, ırk ve uyruğundan farklı bir yaş, ırk, uyruk ve hatta canlı türünde olduğunu/hissetiğini iddia eden ve kendilerine his ve beyanlarına göre muamele edilmesini talep eden; hatta yine trans bireylere tanınan “hakları” emsal gösterip, ensest evlilik, pedofili, hayvanlarla cinsel ilişki gibi şeyler için özgürlük ve dokunulmazlık talep insanlar bile artık mevcuttur. Dolayısıyla, transcinsiyetçilik ideolojisinin riskleri, artık “slippery slope fallacy” savunusuyla geçiştirilebilecek eşiği aşmıştır.


3) Transcinsiyetçilik ideolojisine en büyük eleştirilerden biri de feminizm temellidir. Feminist eleştiri genel olarak iki gruba ayrılabilir:

a) Transcinsiyetçilik ideolojisinin kadınların hayatında yarattığı sorunlara tepki, b) Transcinsiyetçilerin benimsediği “kadın” kavram ve algısına karşı felsefi tepki.

Her ikisiyle ilgili kısa bilgi verelim:


İlk gruptaki tepkiler, şu gibi risklere yoğunlaşmaktadır: Transcinsiyetçilik ideolojisinin talep ettiği şekilde kişinin cinsiyetinin tespitinde biyolojinin değil şahsi beyanın esas alınması durumunda; biyolojik olarak erkek olan bireyler, kadın tuvaletlerine, duşlarına, soyunma odalarına, cezaevlerine, spor kategorilerine vs. sınırsız erişim elde etmektedir. Bu durum, özellikle kadın ve çocuklara karsı suç işlemiş veya işleme potansiyeli olan kişilerin istismarına oldukça açıktır. Cinsiyet tespitinde beyan esas kabul edildiğinde, örneğin erkek bir pedofili, tecavüz veya cinayet suçlusu, kendini kadın hissettiğini söyleyerek erkek yerine kadın cezaevine konabilmekte ve orada kadın ve çocuklara cok kolay risk teşkil edebilmektedir. (4) Ve işin etik ve hukuki boyutuna bakıldığında, kadınların kendilerine ayrılmış güvenli mekanları biyolojik erkeklerle paylaşmaya rızası yoksa, erkeğin fiili tecavüz veya istismar gerçekleştirmesine gerek bile olmadan ortada bir sınır ihlali vardır. Kısaca, transcinsiyetçilik ideolojisinin yayılmasıyla birlikte, kadınlar kendilerine ayrılmış güvenli alanları rızalarına aykırı şekilde kaybetmekte ve sporda kasıtlı şekilde adaletsiz yarışlara zorlanmaktadır. Bu durum transcinyiyetçilik ideolojisinin bir başka ikiyüzlülüğünü ve tutarsızlığını da ortaya çıkarmaktadır. Şöyle ki; kendileri istemedikleri cinsiyet zamirleriyle hitap edilmeye rıza vermediklerini ve kendi talep ettikleri dışında zamirlerle anıldıklarında duygularının incindiğini belirtirken, kadınlar da aynı şekilde tuvalet, duş ve soyunma odalarını biyolojik erkeklerle paylasmaya rızalarının olmadığını berlirttiğinde ve sözkonusu durumlarda duygusal incinmenin çok ötesinde olarak kendilerini hem fiziksel hem duygusal anlamda güvende hissetmediklerini belirttiklerinde, transcinsiyetçiler bunu hiç dikkate almamakta yani başkalarının rıza ve duygularını hiç umursamamaktadırlar.


İkinci gruptaki tepkiler, transcinsiyetçilik ideolojisindeki felsefi ve bilimsel çarpıklıklara yoğunlaşmaktadır. Örneğin:

-Transcinsiyetçiler, makyaj, kadın giysileri, cerrahi operasyon ve davranış taklitlerinin bir erkeğin kadına dönüşmesi, olgusal olarak gerçekten kadın sayılması, biyolojik bir kadınla özdeş olabilmesi için yeterli olduğunu iddia etmektedirler. Feministler ise “kadın” kavramı ve kimliğinin makyaj, görüntü, hatta annelik gibi cinsiyet rollerine bile ayrıştırılıp indirgenemeyeceğini; kadın kavram ve kimliğinin hem biyoloji ve epigenetik bağlantılı binlerce yıllık süreçlerle, hem doğumdan itibaren yaşanan biyolojik ve psikolojik bireysel gelişim süreçleriyle, hem de sosyal inşalarla girilen bireysel ve toplu etkileşim süreçleriyle oluştuğunu, dolayısıyla taklit edilemeyeceğini, gerçek bir kadının bilip kavradığı şekilde sonradan bilinip kavranamayacağını, dolayısıyla bu kimliğin olgusal olarak kadın olmayanlarca devralınamayacağını ve kullanılamayacağını belirtmektedirler. Mesela biyolojik bir kadın beyninin erkeklerden korkmayı veya onlarla tenha, yalnız ortamlarda fiziksel olarak güvensiz hissetme eğilimini sadece bireysel olarak değil binlerce yıllık süreçlerle ögrendiğini, bir erkeğin bu duyguyu asla gerçekten bilip yaşayamayacağını, organ olarak kadın ve erkek beyninin, içgüdülerinin, sezgilerinin bile farklı kurulumlandığını berlirtmektedirler. Bu durum, transcinsiyetçilik ideolojisinin bir başka iç tutarsızlığını daha ortaya koymaktadır. Şöyle ki; transcinsiyetçiler kendilerini tanımlama hakkının sadece kendilerine ait olduğunu, başkalarının onları tarif etme hakkının olmadığını iddia ederken, kendileri kadınları kadınlar yerine, kadınlar adına tanımlamaya, tarif etmeye kalkışmakta, onlara rızalarına aykırı şekilde tanım ve sıfatlar yakıştırmaktadırlar. Üstelik kendileriyle ilgili başkalarının yaptığı tanım ve tarifler tamamen olgusal, biyolojik ama kendilerinin başkalarıyla ilgili yaptıkları tanım ve tarifler tamamen bilimle çelişik ve göreceli olduğu halde. Ayrıca bu tutarsızlığı kadınlar kadar erkeklere de yansıtmaktadırlar ancak kadınlar daha fazla zarar görmektedir.


4) Transcinsiyetçilik ideoljisi ile ilgili bir başka eleştiri ise; transcinsiyetçiliğin bir ideoloji olduğu yani evrensel veya bilimsel olarak belirlenmiş, kabul edilmiş bir olgu olmadığı, dolayısıyla diğer tüm fikir ve inançlar kadar göreceli, politik ve hatta çoğundan daha zayıf ve riskli olduğu, dolayısıyla dayatılmasına bir insan hakları meselesi olarak bakılamayacağı yönündedir. Transcinsiyetçiliğin dayatılması politik olup, gittikçe zorbalık haline gelmektedir. Zaten trans bireylerin diğer insanlar hakkında kabul edilen temel insan haklarına sahip olmaları gerektiğiyle ilgili bir tartışma halihazırda yoktur, kalmamıştır. Tartışma, herkesle eşit temel insan hakları ötesinde talep ettikleri hak değil ayrıcalıklarla ilgilidir.


5) Transcinsiyetçiliğe yönelik bir başka eleştiri; gittikçe fetiş ve kink kültürü ile özdeşleşme sebebiyledir. Transcinsiyetçilik aktivizminin görünür tarafındaki seks ve cinsellik teması veya temsiliyeti; oldukça fetişist, teşhirci, pornoya mahsus derecede kink, kaba, gelişigüzel ve hayatın tek ya da en önemli odağıymış gibi ama aynı zamanda ruhsal veya duygusal bağ öğelerinden izole edilmiş, estetik ve derinlikten uzak, yoz bir cinsellik ve seks temasını yansıttığı yönündedir. Transcinsiyetçiler, bu yöndeki eleştirileri “ahlakçılık” veya “ahlak bekçiliği” şeklinde yaftalayarak veya “ama pedofil rahipler de var, onlar bizden daha ahlaksız, daha zararlı gibi” geçersiz kıyaslamalarla savuşturmaya çalışmaktadırlar. Hiçkimse pedofil din adamlarının varlığını ve onların yaptıklarının da suç olduğunu inkar etmediği gibi; böyle suçluların olması, transcinsiyetçiliğin özdeşleşmeye başladığı seks ve cinsellik kültürüne yönelik ahlaki veya kültürel eleştirileri geçersiz kılmaz. Pedofil rahiplerin varlığı, reşit olmayan çocukların trans kültüre ait drag show’larda yetişkinlere cinsellik temalı danslar yapmasını veya yine reşit olmayan çocukların trans bireylerin icra ettiği striptiz veya başka cinsel temalı gösterilere izleyici olarak dahil edilmesini haklı göstermez veya bunların ahlaksızca olduğu gerçeğini değiştirmez. Ayrıca, trans bireylerin anlamadığı bir başka konu da şu: Onların yaptıklarını trans olmayan insanlar yapınca da eleştiriliyor yani çoğunlukla trans oldukları veya cinsel yönelimleri sebebiyle değil, kimliklerini dayatma biçimleri ve aşırı davranışları sebebiyle eleştiriliyorlar. Öyle ki, artık eşcinsel kadın ve erkeklerden, hatta kendi içlerindeki sağduyulu trans bireylerden de yoğun eleştiri almaya baslamış olmaları, haklarındaki fetişist, kink, teşhirci, saplantılı, pornografik seks kültürü özdeşliği eleştirisini güçlendiriyor. Başka deyişle, aynı şeyleri eşcinsel veya trans olmayan insanlar yaptığında da aynı eleştiriler yapılırdı ve yapılıyor da. Mesele, göstermeye çalıştıkları gibi kimlik meselesi değil. Bu kadar çok ve birbirlerinden farklı cenahlardan tepki görmeleri, “kimlik” haline getirmeye başladıkları davranışlar bütününü gözden geçirmelerini sağlamalı.


6) Eleştirileri daha da detaylandırıp çoğaltmak, yeni kategoriler eklemek mümkün, ancak yazı daha da uzayacak. O yüzden, ilginç olabilecek birkaç eleştiri perspektifini daha tek madde altında sıralayıp, ilerde her birini ayrı ve derinlemesine çalışmak isteyenlere bir izlek bırakmak kafi. Transcinsiyetçilik ideolojisine yönelik diğer bazı eleştiriler şöyle özetlenebilir:


-Taraftarlarına geri kalan tüm dünyanın onların dünya anlayışına boyun eğmesini beklemelerinin ve bunun için rasyonel bir gerekçelendirme bile yapmaya gerek duymamalarının normal olduğunu düşündürtecek kadar narsistik ayrıcalığın zirvesi bir ideolojidir.


-İnsanları tanımlamayı, cinsel yönelim ve cinsiyet algılarına indirgemekte, hayatı saplantılı bir cinsellik ve cinsiyet eksenine oturtmaktadır.


-İnsanlığa, hayata ve özgürlüğe dair vaadleri sorgulandığında; insan vücudu üzerindeki kozmetik değişiklikleri, cinsellik temalı dans gösterilerini, doğasından ve zemininden çıkarılmış cinsellik temalı davranış kalıplarını, dili işlevsel olamayacak şekilde eğip bükmeyi saplantı haline getirmekten, insanlara kendi bedenleri, ruh sağlıkları ve kendileri dışındaki sabit gerçekliklerle çatışmaya girerek mutsuz olmayı telkin etmekten ve bu dış dünyadan kopukluğu baskı yoluyla başkalarına da dayatmayı teşvik etmekten öteye gidememektedir. İnsan, “O kadar özgürlük talebiyle yapabildikleriniz, yapmak istedikleriniz bunlar mıydı” demekten kendini alamamaktadır. Daha açık bir deyişle, transcinsiyetçilik ideolojisi edebi, sanatsal veya etik herhangi bir derinliğe, meydan okuyuşa, iyileştirme veya ilerleme potansiyeline sahip değildir.


-Ateizm, agnostisizm gibi cenahlardan gelen eleştiriler ise oldukça ilginç, bir o kadar da konfor alanlarını zorlayıcıdır. Kimi inançsız insanlara göre, transcinsiyetçilik ideolojisi dini inanç kategorisindedir ve bu yüzden de dayatılması din, inanç ve vicdan hürriyetine aykırıdır. Çünkü transcinsiyetçilik ideolojisinde “gendered soul” gibi kavramlar bulunmakta, oysa kimi inançsız insanlar ruhun varlığına inanmamaktadır. Dolayısıyla, bu ideolojinin kendilerine dayatılmasının, hristiyanlık veya müslümanlık gibi herhangi bir dinin dayatılmasından farkı yoktur. (5)


Sonuç olarak, görüldüğü üzere, transcinsiyetçilik ideolojisine yönelik eleştiriler; muhafazakarlık-liberallik, sağcılık-solculuk gibi birçok ikili karşıtlığı da yeniden sorgulamaya açmış ve hiç beklenmedik tarafları belli noktalarda ittifaka yönlendirmiştir.


Notlar:

1) Yaeli Martinez vakası.

2) Michelle Alleva vakası.

3) Slippery slope fallacy: “Kaygan zemin safsatası” diyebileceğimiz bu mantık hatası türü, “elimizi verirsek kolumuzu kaptırırız” şeklinde özetlenebilecek bazı kaygıların saçma veya önyargı olduğuna dairdir.

4) İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon’ın yoğun tepkiler alarak istifasına sebep olan Isla Bryson vakası, konuya çok güzel bir örnektir. Bu gibi vakalara ilaveten şunlara da bakılabilir:


-29 Haziran 2023’te The Telegraph’ta yayınlanan “Schoolgirls sexually assaulted in gender-neutral toilets” başlıklı yazı:



-The Sunday Times’ın ortaya çıkardığı üzere, cinsel suçların %88’inin unisex tuvalet ve soyunma odalarında gerçekleştiğine dair istatistikler:



5) Örnek:

https://twitter.com/giagia/status/1674322176051146754


Yazar: Aslı R. Topuz


10 Temmuz 2023

Comentários


Post: Blog2_Post
bottom of page