top of page
Onur Çetin

Yabancı

9 eski asker Atatürk Havaalanı’ndaydık. “Kelepçelerinizi takmaya gerek var mı?” diye sormuştu bana bizi götüren polislerden biri. Kafamdaki düşüncelerin beni götürdüğü başka alemden şaşkınlıkla çıkıp polise döndüm ve önce “Farketmez” dedim. Sonra baktım ki bizimle alay etmiyor, “Ne gerek var ki?” tarzında bir şeyler söyledim. Bizlerle konuşmayı devam ettirmek istediği belliydi. Önümdeki, 20’lerinin başında bulunan başka biriyle sohbetine devam ediyordu. Konu nasıl olduysa evlilik gibi mevzulara gelmişti. “Ben 32 yaşımda evlendim. Geç evlenmek gerçekten zor oluyor. Tavsiyem, geç evlenmeyin” dedi. Bu anlattıklarının ne anlamı vardı ki, diye düşünüyordum. Zira çoğumuzun tutuklanacağı belliydi. O zamanın inanışına göre, cezaevine giriş var, çıkış yoktu. Yolcu bekleme salonunda uçağı beklemeye başladık. Daha sonradan yanımıza getirdikleri başka bir eski kamu görevlisi sessizliği bozdu ve önümüzden geçen dindar bir adamı sadece dış görünüşünden dolayı tarikat mensubu olduğu zannıyla işaret ederek “İşte” dedi, “İşte tutuklamanız, peşine düşmeniz gereken adamlar bunlar. Bizimle niye uğraşıyorsunuz ki” dedi. Polisler oralı olmadılar.


Hakkında söylenenleri duyup duymadığını anlayabilmek için adamı geçip gidinceye kadar gözlerimle takip etmeye başlamıştım ki, tanıdık bir simayla bir anda göz göze gelmiştim. Gitmeye hazırlandığımız şehirdeki eski çalıştığım yerde ihalelere giren gıda tedarikçisiydi bu kişi. Kışlanın içerisinde muhakkak bir yerlerde denk geldiğiniz, gözleri fıldır fıldır dönen ve genellikle herkesle arasını iyi tutmaya çalışan klasik, uyanık bir tedarikçiydi. Herkes hakkında rahatlıkla dedikodu yapabilen bu Thersites (1), gözleri bana, yüzü ise yanındaki arkadaşına dönük bir halde hızlı hızlı fısıldaşarak laf yetiştirmekle meşguldu ki, bakışlarımız buluştuğunda gözlerini tamamen başka yöne çevirmeye çalışmıştı beceriksizce. O anki haline çok gülesim gelmişti ama yeri değildi. Bu arada benlik algım nasıl şekillenmeliydi? Beni sohbet etmeye değer biri olarak gören polisle kurduğum etkileşime göre mi, yoksa bakışlarını benden kaçıran bu tedarikçiye göre mi? Gözüm arka tarafımda duran kafeye ilişmişti. Özgürken bu kafeye zaman zaman uğrar, bir an önce uçağımın gelmesi için vakit öldürürdüm. Fakat şimdi bu kafe bana ne kadar da ulaşılmaz görünüyordu.


Uçak aprona yanaştı ve bütün yolculardan önce koltuklarımıza yerleştirildik. Yolculuk “Sisler Şehri”neydi. Kışın uçakların hava şartlarından ötürü inmeye çekindiği, bazen inemeyip komşu illere yolcusunu bıraktığı bu Doğu şehrine indik.


Kendimi değersizleştirme ritüellerinin içerisinde bulmuştum. Ve işte şimdi de bir başka ritüelin gerçekleşeceği savcı odasının önüne getirilmiştim. Ritüel nasıl olacaktı? Hiç yüzüme bile bakmadan, gerilimsiz, kısa sürede alınacak bir ifade sonrası mahkemeye, bir başka ritüelin gerçekleştirileceği mekana mı sevkedilecektim, yoksa öfkeli çıkışlarıyla kötü şöhret yapmış bu adam beni bir sinir harbinin içerisine mi sokacaktı? İşte beni çağırıyorlar, girmeliyim odaya. Girdim. Adliye sıcaktı ve montumun önünü açmıştım, girmeden belki de önümü kapatsam iyi olacaktı ama kasıtlı olarak kapatmadım veya üşendim hatırlamıyorum. Görelim bakalım benden önceki kadın tutukluya baskı kurarak onu ağlatmak, insanlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak neymiş. Denesin bakalım bende aynısını!


-Evet, dinliyorum. Anlat bakalım!

-Ben Bylock kullanmadım. Herhangi bir suç işl…

-O elin kolun oynamasın!

Ortam gerilmeye, karşılıklı olarak yükselmeye başladığımızda gözüm masasının üstündeki isimliğe doğru kaymıştı. Öfkeyle ismini seçmeye, adının soyadının her bir harfini kaydetmek üzere zihnimin en kuvvetli deposuna koşturmuş, kapısını aceleyle çalmaya başlamıştım. Ama vücudum nasıl da yanmaya, nasıl da sinirden terlemeye başlamıştı o kışın ortasında. Zaten vermeye hazırlandığım cevapların birbiriyle girdiği yarış, vücudumun harareti ismini bir defa olsun baştan sona net olarak okumama müsaade etmemişti. İfade alma sürecini şova çevirmekten haz duyduğu belli olan bu kırmızı yüzlü, göbekli adamın hemen arkasında ifadeyi zapta geçiren kadın katibin olan bitene kayıtsızlığı, bu grotesk iklimden irkilmeden sakince işini yapmaya devam etmesi dikkat çekiciydi.


-Sizler! Senin gibi adamlar o şerefli üniformayı kirlettiler. Bir daha giyemeyeceksiniz şerefsiz herifler!

-Biz o üniformayı gün gelir bir daha giyeriz, siz de görürsünüz. Ve, biz kimin şerefsiz olduğunu çok iyi biliyoruz!

“Bitse de gitsek” halet-i ruhiyesi içindeki baro avukatı hafiften kaykılarak oturduğu sandalyede belli belirsiz bir doğrulma hareketi yapmıştı. Fakat, odağım o sırada bilgisayarın başındaki katibe tekrar kaymıştı. Bu kadının kayıtsızlığını başka hangi insani dram bozabilirdi? Sadece savcı için değil, bu katip için de odaya giren her şüpheli bir Gregor Samsa olmalıydı. Zihnimde beliren bu anlamlandırma çabaları, içinde bulunduğum grotesk ortama son derece uyumlu olacak şekilde önüme fırlatılan 2 satırlık tutanakla bir anlığına kesintiye uğramıştı: “Al, imzala bakalım. Birazdan seni ait olduğun yere göndereceğim!”


Kısa bir yolculuğun ardından artık cezaevine getirilmiştim. Tek isteğim bir an önce kafamı yastığa koyup uyumaktı. Konulacağım koğuşta benimle aynı kaderi paylaşan insanlarla karşılaşacak olmayı bilmenin rahatlatıcı bir tarafı vardı. İstanbul’da başlayan ve cezaevine girinceye kadar geçen 9 günlük süreçte, o kadar insanın arasında hissettiğim yabancılık hissi nihayet son bulacaktı. Kardeşlik duygusunun, diğergamlığın, inancın, imanın bireyi nevrotik halden çıkaran sağaltıcı, teskin edici işlevinden haberdar olmanın verdiği huzuru şimdiden hissetmeye başlamıştım.


Hergün Sytx nehri üzerinden yer altına ölü ruhlar taşıdıklarını düşünen bu kayıkçı Kharoon’lar için Tartaros’a bıraktıklarını düşündükleri bu ruhların, istedikleri takdirde orayı Elysium’a çevirdiklerini ve bunu değerlerine, geçmişlerine, inandıklarına sahip çıkarak çok basit bir yolla halledebildiklerini görmek onlar için hem şaşırtıcı hem de moral bozucuydu. Kendilerini hür zanneden bu memurlar Hades’e çoktan esir düşmüşlerdi.(2)


“Kayık”tan inip yer altına indiğimde talihin kurnaz tebessümlü bakışlarının altında ilerlediğimi farkettirecek bir durum daha beni bekliyordu. Koğuş yerine tek kişilik hücreye doğru götürülmüştüm. Demek ki, girişte kayıkçı polisin infaz koruma memurunun kulağına yaklaşıp benim duymayacağım biçimde fısıldadığı şey savcının bu yöndeki talimatıydı. Bu basık, kırık dökük beyaz fayanslarla döşeli dar odaya girer girmez yatağımın üzerindeki kirişte yazılı olan bir söz dikkatimi çekmişti: “Cezaevinde her gün bir önceki günün tekrarı, bir sonraki günün provasıdır.” Katibin kayıtsızlığında ilk emarelerini gösteren, bu insanı yabancılaştıran mekanik düzenin groteskten arındırılmış versiyonu burada, bu mekanın içinde devam ediyordu demek ki.


İnsanın, belli bir düzen içinde işlediğini ve iyi planladığı takdirde bozulmayacak bir düzenle kurduğunu düşündüğü hayatının, o rutini bozan, ilk defa karşılaştığı garip, sarsıcı durumlar karşısında vermiş olduğu tepkileri çok sonradan, çok çok sonraları anlamlandırdığı belli anları var. Rutininin gürültüsüz sokağında, hiç beklenmedik anlarda voltasıyla beliren, yüzündeki alaycı ifadeyle Nijerya Tanrısı Edshu (3) misali rahatını kaçıran bu anlarda ilk defa tadılmış bu duyguların, belki son defa verilmiş bu tepkilerin tahlil edilip tecrübeye dönüştürüldüğü anlardır bunlar. Kirişte yazılı sözü görür görmez elime kurşun kalemimi alıp tam da demir kapının üstündeki kirişe yazdığım slogan işte benim ancak birkaç sene sonra onu niçin yazdığımı kavradığım bir slogandı: “Harbiyeli Aldanmaz!”


Neydi bu? Bu cümle ne anlama geliyordu? Benliğimi Harbiyeli veya asker kimliğimle mi özdeşleştiriyordum? Kimlik krizi miydi bu, neyin nesiydi? Bulduğum cevap bunun bir kimliksel dışavurum değil, ontolojik bir aşağılama, yok saymaya karşı içgüdüsel bir tepki olduğuydu. Yatakta otururken, uzanırken, gardiyanla konuşurken ne zaman kafamı çevirsem göreceğim bir yerde olan bu slogan bana yaşadığımı, hayatta olduğumu, en önemlisi var olduğumu hatırlatıyordu; her an, her dakika…


Tek başına geçirdiğim bu bir aylık tecrit, kalabalık bir koğuşa yerleştirilmemle nihayet son bulmuştu. Tahliye olmuş kadar sevindiğimi hatırlıyorum, zira benimle yaklaşık olarak aynı dünya görüşüne ve kadere sahip insanlarla beraber kalacaktım artık. Daha ilk dakikalarda dostça bir elden önüme uzatılan bir bardak çay bir aydır tadını unutmuş vücuduma girdiği andan itibaren bedenimden ziyade ruhuma iyi gelmişti. Sanki Elsyium’daydım, Elysyium’daydık. Dışarısı ise Hades diyarıydı. Görüşe gelen ziyaretçilerin, yakınlarını bu ateşten potada kaldıkça her gelişlerinde cevher gibi daha parlak buldukları, yakınlarının kendisine moral verilen değil de ziyaretçisine moral ve güç veren olmaları başka türlü nasıl açıklanabilirdi? Telefonsuz yaşam, sosyal medyadaki doğrudan benliği ve kimlik algısını değiştirmeye dönük yoğun propagandanın etkisinden uzak tutmuştu bu insanları. Ardı arkası kesilmeyen mesaj ve imaj bombardımanından uzak kalmanın bir avantajı vardı. Bir İngilizce, bir Türkçe tweet atma, yayın yapma kararı alan, rejimin propagandalarına çoktan yenik düşüp geçmişe ve güncele dair algısı bozularak yaptığı yanıltıcı değerlendirmelerle diğerlerinin de aklını bulandıran ve kendi huzursuzluklarına ortak eden kimi gazeteci ve akademisyenlerden de uzaktılar.


Bu huzursuz kesim için sürecin başından itiberen TR'yi bugünün Öteki'si olarak tanımlamak en baştan yapılan büyük bir hataydı. Öteki'den yakayı kurtarmak maksadıyla duygusal kopuş arama gibi lüzumsuz ve başarısızlıkla sonuçlanacak bir uğraşa sokmuştu onları. Bitmek bilmeyen bir nevrotik hali de peşinden getirmişti. Böyleleri nevrozdan kurtulamaz, omuzlarına yeni yükler bindirerek kendisine eziyet eder.


Bir İngilizce, bir Türkçe arasında gidip gelmeler, bu kültürel yöneliş ve vazgeçişlerde bir türlü karar verememeler, geçmişte benimsemiş olduğu inanç ve değerlerinden utanmalar, Batı ile Doğu arasında gidip gelen TR'nin sarkaç durumuna çok benzer. Bu yüzden bu sarkaç kişilikler aslında Türkiye'dir. Mülteciler içinde en Türkiye'li olanlardır. Ne ironi ama değil mi. Aslında pek yeni bir durum da değil. Tanzimat asrından bu yana romanlara konu olan karakterlerin benzerlerini bugün de görüyoruz. Gösterdikleri süreklilik sebebiyle artık arketipik figürlere dönüştükleri söylenebilir. Onlara baktığımızda Recaizade Mahmud Ekrem’in Bihruz Bey’inden bir şeyler, Peyami Safa’nın Neriman’ından (4) ise çokça şeyler buluruz. Neredeyse her davranışlarıyla bizi bu romanlara götürür, Minotaurus’lu, tatsız labirentlerde gezdirirler. Ülkedeki sorunların ve huzursuzlukların şiddetini ölçmek için onlara bakmak yeterli gibidir. Kim olduklarını bilmek isterler. Bu yeni kendilerini tanımadıklarından tehlikeli açıklamalara girişir, nevrozun gürültüsünden kaçmaya çalışırlar. Ateşler, kasılmalar ve seğirmeler içindeki bedenlerinin acısını biraz olsun dindirebilmek için boş yere günah keçisi arar dururlar. Bu çabaları onları yaşlarına yakışan tinsel olgunluğa ulaşmalarını engeller. Kendi hikayelerindeki tikellikleri evrenselmiş gibi genele teşmil etme hevesleri, boyunlarına kement atıp önümüze günah keçilerini ite kaka çıkarmalarıyla yaşadıkları travmalarının bu ciddi boyutunu görüp zavallı keçilerin iplerini kesip salmamızla kursaklarında kalır. “Aynı jelatinli, aynı ebatlı kitaplar”dan tutun da din adamlarına kadar geniş bir günah keçisi koleksiyonu yapan bu kişiler eleştirmenlerinin haklı silleriyle yere yığıldıklarında, kanlar içinde yeni silleler için yalvarır gibi davranırlar. İç dünyalarında, yüzleşmeye cesaret edemedikleri, kozmik bir çevrinti hareketine benzeyen kaos dindiği gün ülkenin de durulduğu, huzur bulduğu kutlu günün habercisi olacaktır sanki.


Sosyal medyada neşrettikleri yayınlar ve diğer bilgiler Altered Carbon’daki sanal alemde Elçi’ye uygulanan işkencenin bir benzerini yaşatır etkisinde kalana. İnsanın gerçeklik algısını tahrip eden bu mesaj ve imaj kaosundan kurtulmanın yolu, tıpkı işkencenin en kritik anında beliriveren Elçi’nin eğitmeninin verdiği talimatta olduğu gibi, kişinin kendi iradesini harekete geçirerek kendi algısını kendisinin şekillendirmesi ve gerçekliği kontrol altına almasıyla, edilgenlikten vazgeçmek istemesiyle mümkündür.


Peki Hades’in uzamından kopup gelen ziyaretçi için tek sorun bu sarkaç kişiliklere maruz kalıp durması mıdır? Yükselen seküler milliyetçi, Kemalist trendin Akp sonrasında toplumda ve politik iktidarda sözünün geçeceğini herkes gibi hisseden ve bu modaya haklı olarak uyum sağlayamayanın hissettiği kalabalıklar içindeki yalnızlık ve huzursuzluk ve bunun hal çaresine bakmak da gündemimize girmelidir. Kültürel-politik yabancılaşmadan kurtularak özgürleşmenin peşine düşmelerde başvurulmaması gereken bazı sağlıksız yollar bulunuyor. Ülkedeki bu trend akımların suyuna gitmek, “İşte tutuklamanız, peşine düşmeniz gereken adamlar bunlar. Bizimle niye uğraşıyorsunuz ki?” tavrıyla oluşmakta olan yeni topluma üyelik sinyallemek, keza Yunanistan’a göç etmiş Orta Asya’lı bir göçmen/mültecinin pushback timlerinde yer alarak Yunan toplumunda yer edinmeye, kabul görmeye çalışması gibi örnekler kültürel-politik yabancılıktan kurtulmanın en sağlıksız yollarındandır.


Din sorununu, tanrısal bir fanatizm yüklediği ulusallık sorununa kaydıran Dostoyevski’nin karakterlerinin ağzından “Tanrı’ya inanır mısınız?” sorusuna “Ben Rusya’ya inanırım” diye konuşarak takındığı tavır, bugünün Türkiye’sinde dinin değer yitimine uğramasıyla beraber benzer bir ulusalcı duruşla yeni metafiziksellikler içinde ilgi görmeye başlamışsa, “yabancı”nın anlam dünyasını biçimlendirecek alternatif metafizikselliklere sapmadan özgürleşebilmesi için yabancılaşma mevzuu her zamankinden daha fazla ele alınmalı, metnin içerisinde yer yer ve dolaylı olarak önerdiğim çıkış yollarıyla da birlikte değerlendirilerek hal çareleri aranmalıdır.



Notlar:


(1) Homeros’a göre Troya Savaşı’na katılan en çirkin Yunan’dır. Korkak ve küstah bir adamdı, zehir gibi diliyle herkesle ve her şeyle alay ederdi.


(2) Yunan mitolojisinde ölenlerin Styx nehri üzerinden öbür dünyaya geçtiğine inanılırdı. İnanışa göre Tartaros cehennem, Elysium ise seçkinlerin, soylu ruhların gidebildiği cennettir. Hades cehennemin Tanrı’sıdır.


(3) Nijerya’nın hilebaz Tanrı’sı Edshu. Hikayeye göre bir tarafı mavi, bir tarafı kırmızı bir şapka giyerek yoldan geçen bu Tanrı, köyü birbirine düşürmüş. Önce bir yöne yürümüş, sonra diğer yöne yürürken şapkasını da çevirerek işleri daha da kötüleştirmiş. Şapka yine kırmızıysa kırmızı, maviyse mavi gözükmüş. Tarladaki çiftçiler akşam köye gidip “Mavi şapkalı Tanrı’yı gördünüz mü?” diye sormuşlar. Ötekiler de “Hayır, hayır, kırmızı şapkalıydı” demiş ve kavga etmişler. Sonra kavga eden iki adam hakimin karşısına götürüldüğünde hilebaz Tanrı ortaya çıkmış ve “Ben yaptım, benim suçum. Bilerek yaptım. Anlaşmazlık çıkarmak benim en büyük zevkim”demiş.


(4) Neriman, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye adlı eserindeki karakterdir. Metinde Neriman benzetmesini İ. Murat Öner’e borçluyum.


Yazar: Onur Çetin


04 Ağustos 2022

Comments


Post: Blog2_Post
bottom of page