top of page
  • Aslı R. Topuz

İtirafçılık Propagandası, Uygulaması ve Aradaki Boşluklar

Gülen Cemaati’ne karşı yürüttüğü kıyımda, Devlet’in yegane başvurduğu silah “itirafçılık”. Devlet, Cemaat’i suçlayabileceği maddi delillere veya herhangi bir mantıklı gerekçeye (1) sahip olmadığı için mecburen bu adi, kirli ve aslında bir o kadar da temelsiz, zayıf silaha başvuruyor. Ve diğer tüm hukuk ve kriminoloji kavram ve olgularında olduğu gibi, Cemaat mensuplarına karşı kullanıldığında, “itirafçılık veya etkin pişmanlık” da farklı bir anlam ve usule bürünüyor. Gerçek bir terör örgütüne karşı kullanıldığında, gerçekten tehlikeli suçluların veya şiddet eylemlerinin önlenmesini sağlayan bir yöntemken; Cemaat’e karşı kullanıldığında, tamamen masum ve tehlikesiz insanların kriminalize edilmesine, daha da ötesinde postmodern bir soykırıma uğratılmalarına hizmet ediyor. Ve hukuk dahilinde doğru kullanımının yine gerçekte suçlu kişinin kendi rıza ve tercihine yani teklif esasına dayanması gerekirken, Cemaat mensupları üzerindeki kullanımı tehdit, sindirme, kötü muamele ve işkenceye dayanıyor. Dolayısıyla, Devlet’in Cemaat’e karşı kullandığı itirafçılık silahı hem kullanım amacı hem de kullanım biçimi olarak hukuka aykırı, geçersiz ve bizzat kendisi bir suça dönüşmüş durumda. Ancak bu yazıda üzerinde durmak istediğim asıl şey bu değil. Bu yazıda itirafçılık propagandası ve uygulaması arasındaki akli, hukuki ve etik boşlukları ortaya koymak istiyorum.


Önce sözkonusu itirafçılık propagandasının “öncüllerini” ortaya koyalım. Devlet, insanları itirafçılığa zorlamak veya “ikna etmek” için hangi önermelere başvuruyor? Patenti Erdoğan’a, dolayısıyla da aslında MİT’e ve Özel Harp’e ait söz konusu öncüller şunlar:

“Tabanı ibadet, tavanı ihanet.”

“Akıllılar kaçtı, saflar tuzağa düştü.”

“Tepedekiler kendilerini kurtarmak için tabandakileri ateşe attı.”


Bu öncüllerin kendilerini çürüterek itirafçılık propagandasını çürütmek de bir yol ve aslında hiç zor değil. Mesela “tavan” denilen insanların da mağdur olduğunu ıspatlayacak sayısız olgu, örnek, vaka var. Ama daha zevkli ve güzel olanı herhalde şu olurdu: Bu öncülleri doğru farzetseydik bile, itirafçılık bu öncüllerle aklanabilir miydi? Bu öncüllerin kendileri doğru olsaydı bile, bizi devletin “çıkarım” veya “sonuç” olarak önümüze koyduğu, yapmamızı istediği şeylere götürürler miydi? Ve hepsinden önemlisi, bu önermeler hukuk, etik, akıl ve bilim yönünden gerçekten “öncül” olma niteliğini taşıyor mu? Hukuk yazıya dökülmüş akılsa, hukukun her bir elementinin, en atomik öğesinin bile akıl yönünden boşluk taşımaması, çürük olmaması, bilimle çelişmemesi ve bu her öğenin birbiriyle tutarlı ve bağlanabilir olması gerekir. Bu yüzden itirafçılık propagandasının söz konusu öncüllerini akıl yürütmeye tabi tutalım ve kullanımdaki itirafçılık silahı için gerçekten geçerli gerekçe vasfı taşıyıp taşımadıklarına bakalım. Başka deyişle, Devlet’in kullandığı öncüller ve sonuçlar birbiriyle bağlantılı ve uyumlu mu; bu öncüller bizi gerçekten bu sonuçlara mı götürürdü, inceleyelim. Bunu yapmak, olması gereken ama Türkiye’de bir türlü sağlanamayan hukuk-akıl-bilim paralelliğini ortaya koymak, hukuk-akıl-bilim ilişkisine bir derin dalış yapmak için de yararlı olabilir.


İtirafçılık propagandasının öncüllerini geçersiz kılan karşı-kanıt 1:

Hukuk, mesela bir katilin yakalanması ve yargılanmasında DNA incelemesi, otopsi, adli mali inceleme, adli IT incelemesi, psikolojik profil çıkarma gibi çok sayıda bilimsel pratikten yararlanır (hem doğa bilimleri hem de insan bilimlerinden). Öldürme fiilinin anlık öfkeyle mi yoksa soğukkanlılıkla önceden planlanarak mı işlendiği konusunda katilin yaşı, karakter özellikleri, geçmiş sabıka kaydı olup olmadığı, akli dengesinin yerinde olup olmadığı, suçu işlediği sırada madde etkisi altında olup olmadığı, maktülle kişisel geçmişi olup olmadığı gibi birçok faktör değerlendirir. Veya kürtajın hangi aydan itibaren suç sayılması gerektiğine karar verirken yine bilimin verilerine dayanmak ve gebeliğin hangi evresinden itibaren canlının “duyarlı” hale geldiğini veya artık sadece basit organizma değil de bir “kişi” sayıldığını dikkate almak zorundadır. Bunlar gibi sayısız örnek, hukukun bilimden ayrılamayacağı ve onunla çelişemeyeceğini gösterir. Bir kimsenin suçluluğu veya masumluğuna hükmederken hukukun dikkate almak ve bilimle desteklemek zorunda olduğu en temel, en kritik olgu ve kavramlar ise “sorumluluk, ahlaki faillik, kasıtlılık, özgürlüktür”tür. (2) Bu kavramlar sadece hukukun değil, etiğin yani ahlakbilimin de temelini teşkil eder. Tanım ve tespitleri için bilişsel bilimlere (cognitive sciences), psikolojiye, hatta bazen perspektif edinmek amacıyla felsefi ve dini referanslara bile başvurulur. Sorumluluk kapasitesine, ahlaki faillik kapasitesine, niyetselliğe ve özgür iradeye sahip olduğu ıspat ve kabul edilmedikçe, insan ne etik ne de hukuk karşsısında hiçbir fiilinden sorumlu tutulamaz. İnsanı fiilerinden ötürü etik veya hukuki olarak yargılayabilmek için önce onun sorumluluk kapasitesine, ahlaki faillik kapasitesine, niyetselliğe ve özgürlüğe sahip olduğunu kabul etmek zorundayız. Sorumluluk, eylemlerin sonuçlarını tahmin edebilme yetisidir. Ahlaki faillik, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yetisidir. Ancak faillikten evvel, doğru ve yanlışın ahlaken (ve devamında hukuken) net şekilde önceden ayrılmış olması, aralarındaki sınırın belirgin olması gerekir. (3) Kasıtlılık, fiillerini kazara veya rastlantısal olarak değil, bizzat niyet ederek, bizzat belli bir sonucu hedefleyerek işlemektir. Özgürlük ise, bir fiili dışardan bir baskı, dayatma, tehdit, işkence, istismar, manipülasyon veya madde etkisi gibi dış etkenler olmadan tamamen kendi istek ve iradesiyle işlemektir.


Kişiyi etik ve hukuk karşısında sorumlu, suçlu ve fail sayabilmek için hemen yukarıda saydığımız tüm önkoşulların sağlandığını kanıtlamamız gerektiğini dikkate alırsak, şunun ıspatlanması gerekir:

-“Cemaat’in lideri ve tavanı, yaşanan zulmü aynen yaşandığı mevcut haliyle önceden kestirip, özgür iradesiyle yani dışardan hiçbir manipülasyon veya başka etkiler olmadan bizzat temenni edip seçmiştir.”


Peki bu ıspat edildi mi veya ıspat edilebilir birşey mi? Çünkü Devlet burada bizden sabit, maddi delillerle tespit edilmiş maddi fiillere değil, spekülasyonlara bakarak hareket etmemizi istemekte. Yani Devlet bize Cemaat’in tavanı denen kişilere isnad ettiği suçları maddi delillerle kanıtlamak yerine, bizden onların niyetlerinin, kafalarından geçen düşüncelerin kötü ve haince olduğunu varsaymamızı, bu varsayımlarla hareket etmemizi istemekte. Bu arada ilginç olan, Devlet’in bazı insanlar hakkında niyet okuması yapmamızı isterken, bu niyet okumalarını o kişilere değil de başkalarına/bize zulüm için kullanması ve bunu biz mağdurların da kabul edilebilir görmesini istemesi. Bu şunun gibi: “Yöneticileriniz sizi kandırdı ve kötülüğünüzü diledi. Buna dair kanıtım yok ama niyetlerinin öyle olduğunu varsayıyorum. Size gelince, siz masumsunuz ama ben yine de size zulmedeceğim. Ama ben size zulmederken, siz beni değil yöneticilerinizi suçlayın ve devamında kendiniz gibi tabandan başka masumların isimlerini ifşa edin.” Devlet’in halihazırdaki itirafçılık propagandası ve uygulaması aslında tam olarak bu anlama gelmektedir. Bu da gösteriyor ki, Devlet’in başvurduğu öncüllerin kendileri doğru olsaydı bile, şu an yaptığı zulümleri sonuç vermezdi, haklı çıkarmazdı; şu an yaşananları o öncüllerle akli, mantıki, etik ve hukuki olarak bağlantılamak imkansız. Çünkü gerçekten birileri suçluysa bile, onların suçları yüzünden başkaları cezalandırılıyor demektir. Dolayısıyla, amaç adaletin tesisi veya varsa birtakım suçluların cezalandırılması değil. Amaç suçluyu cezalandırmak olsaydı, suçlu olmayan kimse cezalandırılmazdı. Ve ortada gerçekten suç olsaydı, suç maddi delillerle tespit edilebilir ve böylece suçluya gidilebilir ve sadece suçlular cezalandırılırdı. Oysa şu an Devlet’in yaptığı şey; taban-tavan ayrımını kendisi yaptığı, “taban masum, tavan suçlu” diye kendisi dediği halde tabana zulmetmesi.


İtirafçılık propagandasının öncüllerini geçersiz kılan karşı-kanıt 2:

15 Temmuz ve Cemaat söz konusu olduğunda, Devlet’in ihanet, terör ve darbe gibi kelimeleri gerçek ve dünyanın kabul ettiği tanımlarından farklı kullandığını biliyoruz. Fakat bundan çok daha vahim olan, ahlaki ve hukuki faillik olgusunu çarpıtarak kullanması, 15 Temmuz’un gerçekleşmesinde etken ve edilgen öğelerin yerini değiştirmesi. Ahlaki ve hukuki faillik, kendi eylemlerini planlayıcı ve yönetici olmayı, olaylar zincirindeki yerini ve rolünü kendinin belirleyebilmesini, kasıt ve iradeyi, sonucu önceden kestirmeyi ve kontrolü elde tutmayı gerektiriyor. Bu dikkate alındığında, Cemaat’ten olup 15 Temmuz’a iştirak ettiği iddia edilen kişilerin 15 Temmuz’u planladıkları mı yoksa başka planlayanların senaryosunda bilinçli veya bilinçsiz, edilgen öğeler mi olduğunu Devlet bile net şekilde ortaya koymuyor, bunu netleştirmekten özellikle kaçınıp bu alanın özellikle bulanık kalmasını istiyor. Hem itirafçılık hem de genel 15 Temmuz söyleminde şu fiillerin tanımı ve aralarındaki farklar kasten bulanıklaştırılmış durumda:

-Ortada varsayılan 15 Temmuz’a iştirak, gerçekte bir ihanet mi yoksa tuzağa düşme mi? Orduda Cemaat’ten olan-olmayanlara bir emir ve sevk mi yoksa edilgen bir şekilde onlarla birlikte hareket mi? 15 Temmuz’a aktif şekilde iştirak ettiği varsayılan Cemaat mensupları olayın asıl planlayıcı ve yöneticisi mi yoksa Cemaat’ten olmayan ordu mensuplarının altında veya yanında enstrüman mı? İştirak veya idare ettikleri varsayılan eylemin öncesinde kafalarındaki niyet ülkeye zarar vermek mi yoksa ülkeyi kurtarmak mı? İçinde bulundukları eylem, tabi olmak zorunda oldukları görev tanımları ve rollerinin bir parçası mı, değil mi? Her ne kadar yaşanan şey darbe değilse de, buna iştirak eden sözümona Cemaat mensubu askerlerin sayısı, olaya dahil olan toplam asker sayısının ve olaya dahil olmayan diğer Cemaat mensubu askerlerin sayısının ne kadarı ki, buna “Cemaat Darbesi” deniyor? Ve dahiliyetlerindeki motivasyonun mesleki mi yoksa mensubiyet kaynaklı mı olduğu nasıl ayırt edilebilmiş ki, yine kolayca “Cemaat Darbesi” denebiliyor? Kişilerin hukuken ve ahlaken suçlu mu yoksa masum mu olduğuna karar vermek için mutlaka tespit edilip netleştirilmesi gereken bu ve benzeri soruların yani kişiler veya Cemaat hakkındaki hükmü esas belirleyecek bu soruların Devlet veya 15 Temmuz savcıları tarafından soruşturulmadığını, aksine özellikle bulanık bırakıldığını görüyoruz. Tuzağa düşmek ile ihanet aynı şey değildir. Emir almak ile emir vermek aynı şey değildir. Vatanı kurtarmaya çağrıldığını veya herhangi bir askeri göreve çağrıldığını sanmak ile vatana ihaneti seçmek aynı şey değildir. Oysa Devlet, 15 Temmuz’da fail olduğunu iddia ettiği kişiler ve Cemaat’in geneli hakkında bunları hiç sormadan, netleştirmeden, anlamları zıt ve farklı fiileri bir arada, birbirinin yerine kullanarak hüküm vermektedir. Gerek dinde, gerek etikte, gerekse hukuktaki en temel ilkelerden biri, fiilerin niyetlere göre olduğudur. Ancak 15 Temmuz davalarında hiç incelenmeyen ve hatta üstü kapatılmaya çalışılan şey tam olarak budur: Kim, 15 Temmuz’un neresinde hangi niyet ve çağrıyla yer aldı? Devlet ve kamuoyu, Cemaat’in fiillerini en fazla nasıl yorumlayabilir? Beceriksizlik mi, suç mu, ihanet mi, tuzağa düşme mi? Devlet bunların ayrımını yaptı mı, hatta yapmak istiyor mu? Bu fiillerin ayrımının zorunluluğunu kanıtlamak için dilbilimdeki, bilişsel bilimlerdeki “speech acts” yani söz edimleri olgusu bile tek başına yeter.


Şimdi sonuca gelelim ve bir anlığına da olsa yukarıda okuduklarımızı unutalım. Görmezden geline geline, çiğnene çiğnene insanların beklentisinden ve mevcut diskurdan silinen ama olmazların olmazı “suçun şahsiliği, masumiyet karinesi” gibi tartışmaya bile açılamaz temel hukuk ilkeleri Türkiye’de yürürlükte olsaydı; hem benim yukarıdakileri yazmama, sanki insanlık tarihi yeni kuruluyor gibi temellendirmelerimi ta oralara götürmeme gerek kalmazdı hem de en güzel Ahmet Altan’ın ifade ettiği bu "hukuk pornosu"nu izlemek zorunda kalmazdık ve Cemaat mensupları kendilerine isnad edilen fiillerin daha kötülerini bile işleseler neticesi bu soykırım olmazdı. Şu basit gerçek gözümüzün önünde çiğnendi, tersyüz edildi: Soykırım bir ceza değildir; soykırım bir suçtur.

Öyle bir hukuk pornosu ki;

-Suçlayandan suçu ıspat etmesi yerine, suçlanandan masum olduğunu kanıtlaması isteniyor,

-İnsanlar işlendiği tarihte suç olmayan fiillerden hapse atılıyor,

-İnsanlar ne dünyada ne de ülkenin geçmişinde suç olmayan fiillerden hapse atılıyor,

-Suç işlemesi fiziken imkansız, ileri derecede engelli insanlar hapse atılıyor,

-15 Temmuz'dan çok önce vefat etmiş insanlara yakalama kararı çıkarılıyor,

-Hamile ve lohusaların hapsi, ölümcül hastaların tahliye edilmemesi, küçüklerin reşit olmalarının beklenip isnad edildiğinde reşit olmadıkları suçlardan tutuklanması gibi sayısız hülle ve zulümle Devlet kendi yasalarını bile çiğniyor.


Elbette hukuk pornosunun etik pornosunu da beraberinde hatta öncesinde getirmemesi imkansız. Devlet bir koldan hukuk pornosu icra ederken, diğer koldan da sözde etkin pişmanlık propagandasıyla bir etik pornosu çekip yönetiyor. Bu pornonun aktör ve figüranlarının daha en başta çiğnedikleri şey, yukarıda izah ettiğim en temel bilişsel bilimler bulgu ve kavramları yani ahkaki faillik, kasıtlılık, vs. Bunları yok sayarsanız; akla, bilime, hukuka aykırı yeni bir ahlak uydurmanız gerekir ki, onu da şöyle uydurmuşlar: Sonucunu kestiremeden veya açık ve kesin şekilde o sonucu planlamadan, niyetlemeden geçmişte belli fiilleri işleyenler ahlaksız ama bugün artık neye yol açtığı, zulmü katladığı bariz görünür olduktan sonra kendilerinin gevşekçe söylediği veya yaptığı herşey ahlaklı. İşte bu aklın bitimi ve zulmün başlangıcı bir ahlak anlayışıdır ve Devlet’in etkin pişmanlık propagandası işte bu kadar çürük ve zayıftır. Ahlak ve temellendirme güçlü olsaydı, sopanın sert ve acımasız olması gerekmezdi. Hatta böyle bir "itirafçılık" mekanizması olmazdı. Zulüm esasen acizlik ve çaresizlik, güya ahlakçılık da bir tür ahlaksızlıktır.


Peki itirafçılığa zorlanan kişi ne yapmalı? İşkence veya ciddi tehdite maruz kalmadıkça, bundan kaçınmaya çalışmalı; kaçınamamış ise, güvenliğinden emin olduktan sonra ifadesini değiştirmelidir. Çünkü bu rejim silahı, hem herkes için hukukun dönüşünü yavaşlatmakta hem de kişileri kendi beyanlarıyla suçlu durumuna düşürmektedir ki, ileride hukuk dönsün veya dönmesin, her iki durumda da bu yine en çok kendileri için dezavantaj olacaktır. İhbar ettikleri kişilerin tam aklanma ve bazı kazanımlardan yararlanma olasılığı çok daha yüksek olacakken, kendileri hukuki, maddi, manevi daha fazla dezavantajla karşılaşabilirler.

Notlar:

(1) Rationale: Mantıklı Gerekçe.

(2) Bu konuda bilimsel ve güncel kaynakların çoğu İngilizce olduğu için, okuma-araştırma yapmak isteyenler olursa, kavramların İngilizce karşılıkları: Responsibility (sorumluluk), moral agency (ahlaki faillik), intentionality (kasıtlılık), free will (özgür irade), freedom (özgürlük).

(3) 15 Temmuz’un ne olduğu ve Cemaat’in Cemaat olarak 15 Temmuz’a dahiliyetinin biçimi, arka planı ve hükümetin meşruiyeti gibi konulardaki ahlaki ve hukuki doğru ve yanlışların hiçbiri net değildir, önceden belirlenmiş normlara da uymamaktadır.


Yazar: Aslı R. Topuz


22.06.2022

Post: Blog2_Post
bottom of page