top of page
  • Aslı R. Topuz

Misyonerlik İhtirasa Dönüştüğünde

Müslümanlıktan önce gelen büyük dinlerin en ağır sınanmalarını hangi konularda yaşadığını, en ağır kayıplarını hangi fikir çatışmalarında verdiğini bilebileceğimiz, yani akıl geliştirme bakımından aslında tarihin avantajlı bir noktasında bulunuyoruz. Hristiyanlığın felsefe karşısında en fazla kayıp verdiği konulardan birisi, “kötülük problemi”dir (Evil Problem). Hristiyanlık o kadar iyi bir Tanrı, hatta salt iyilik ve merhametten ibaret bir Tanrı imgesi çizmeye çalışmıştır ki, bu ona taraftar kazandırmak yerine, felsefe karşısında en büyük mağlubiyetlerinden birini yaşatmıştır. Tanrı’yı salt merhametten ibaret tasvir edip, Tanrı’yla yeryüzündeki kötülüğün varlığı arasındaki kaynak ve hikmet bağını tümden reddedince, bu sefer felsefenin şu türden soruları karşısında yetersiz kalmıştır:

-Tanrı salt iyilikse ve asla kötülüğün kaynağı değilse, kötülüğün kaynağı olduğu iddia edilen şeytan ve diğer kötü ruhları kim yaratmıştır? Veya bu kötü ruhlar sonradan, Tanrı’nın bilgisi, iradesi ve egemenliği dışında bir bozulma yaşamışsa, o zaman Tanrı “mutlak herşeyi bilen ve mutlak herşeye gücü yeten” değil midir? Tanrı birşeyleri neden yasaklar? Tanrı’nın yasakladığı şeylerin kendi doğaları mı Tanrı’dan bağımsız şekilde kötüdür veya aslında hiçbirşeyin doğası kötü değildir de Tanrı yasakladığı için mi o şeyler “kötü” sıfatı yüklenir? Eğer birşeylerin doğası Tanrı’dan bağımsız biçimde kendiliklerinden kötüyse, o zaman o şeyleri kim yaratmıştır ve Tanrı bunlara nasıl engel ol(a)mamıştır?


Görüldüğü üzere, Hristiyanlık insanlar nezdinde “daha sevilebilir” bir Tanrı kurgusu ortaya koymaya çalışırken daha büyük bir riske girmiş; zeki insanların aklında Tanrı’nın tekliği, egemenliği gibi daha kritik hususlarda daha büyük şüphelere yol açmıştır. Sanırım bu tür sorunlar misyonerliğin ihtirasa dönüşüp esas amacından, odağından uzaklaştığı bir noktada ortaya çıkıyor. Biz müslümanlar da bu zaaf ve ihtiraslardan bağımsız değiliz. Dine yeni insanlar kazandırma veya insanları kurtuluşa erdirme gayesinin insanda ihtirasa dönüştüğü o noktadan itibaren, Tanrı’nın kendisinin ne istediği, ne düşündüğü, dinin orijinalinin veya Tanrı’nın dinle murat ettiği şeyin ne olduğu önemini kaybediyor ve dinin imajı, mutlaka ama mutlaka beğenilmesi, ne pahasına olursa olsun daha çok insanın o dini seçmesi en önemli amaç / kriter haline geliyor. O insanların ne seçtiklerini kendilerinin tam idrak edip etmedikleri ve seçtikleri şeyin gerçekten dinin asıl hali olup olmadığı artık umursanmıyor bile. Özetle, Tanrı yerine, Tanrı adına bizler karar veriyor ve Tanrı’nın gerçekte neyle ilgilendiğini merak etmez hale geliyoruz.


Peki bunun yol açtığı tehlikeler neler?

a) İnsanların kurtuluşuna vesile olmak gibi çok büyük bir sevap peşinde koşarken belki de günahların en büyüğünü işliyor; Tanrı’yı ve O’nun aklını, niyetlerini, beklentilerini bildiğimizi zan ve iddia ediyoruz. Yani hem kendimizin hem de hitap etmeye çalıştığımız insanların kurtuluşuna değil aksine yanılmasına ve kaybetmesine sebep oluyoruz.

b) Hristiyanlıkta olduğu gibi, daha tali meselelerde dini sevimli/şirin göstermeye çalışırken, dinin felsefeyle kesiştiği daha kritik alanlarda insanların din ve tanrı fikrini daha irrasyonel bulmasına veya bizlerin anlatısıyla dinin orijinali arasındaki farkları tespit edince dine ve inananlara karşı daha büyük güven kaybı yaşamalarına sebep oluyoruz.


Bir örnek verelim. Her Kurban Bayramı’nda Allah’ın gerçekten kurban kesmeyi emredip emretmediği tartışılır. Bununla ilgili farklı dini yorumlar veya yorum arayışları olabilir; konu bu değil. Ama eleştirmek istediğim; Allah’ın asla kurban kesmeyi emretmediğini veya İslam’da katiyyen böyle bir emir olmadığını iddia eden müslüman misyonerlerin yaptığı felsefi hatalar yani daha fazla insana dini sevdirmeye çalışırken daha büyük felsefe veya muhakeme hataları yapmaları. Bu hataların başlıcaları şöyle:


1) İddialarını “Tanrı asla şiddeti, kan dökmeyi emretmez. Kurban kesmeyi emreden bir Tanrı, gerçek bir Tanrı olamaz” türünden fikirlerle izah etmeye çalıştıklarında unuttukları şey şudur: Bunların hepsi sadece fikir ve varsayımdır, kesin bilinebilir olgular değildir. Hatta bunlar tüm insanların da değil, sadece bazı insanların fikir ve varsayımlarıdır. Yani gerçeğin kendisi böyle olmayabilir ve böyle olmak zorunda da değildir. Tanrı bizim umduğumuz, sevebileceğimiz veya kafamızda tasvir ettiğimiz gibi olmayabilir ve öyle olmak zorunda da değildir. Dolayısıyla “Tanrı kurban kesilmesini emretmiş olamaz” gibi hüküm veya varsayımlar, felsefenin hem “antropomorfism” dediği hata türüne hem de “wishful thinking” dediği hata türüne girer. Antropomorfism, Tanrı’yı insan gibi tasavvur etme, O’na insan özellikleri atfetme ya da O’nu sadece o özelliklerden ibaret görme hatasıdır ki, Tanrı’nın her konuda insanla aynı veya benzer düşüneceği yanılgısına kadar gider. “Wishful thinking” ise temenni yüklü düşünme demektir ki, insanoğlunun varlık ve olaylara dair öznel temennilerini “gerçek” zannetme hatasıdır. Gerçekler beklediğimizden farklı olabilir ve hiçbir gerçeğin bizim hoşumuza gitmek mecburiyeti yoktur. Tanrı ve dinle ilgili düşüncelerde insan beğeni ve temennilerini salt kriter alma hatası, yine Tanrı ve dinle ilgili ya daha büyük düşünce hatalarına veya daha büyük nefret, hayal kırıklığı veya kopuşlara yol açar. İnsan aklı, kendinin öznelliğini kavrayacak kadar gerçekçi olma kapasitesine de sahipken, onu kısa vadeli imaj sunumlarıyla “fethetmeye” çalışmak yine başta o akla hakaret etmek ve uzun vadede yenilgiye mahkum bir savaşa girmek demektir ki, Hristiyanlık tarihi bu ihtiras hatalarıyla doludur.


İnsan, Tanrı’yı ve emirlerini tam sevip benimsemeden de inanabilme, kendi hoşlanmasa da bunların doğru olma ihtimalini hesaba katabilme kapasitesine, akıl olgunluğuna sahip bir varlıktır. Öyle ki, Yaratıcı da onu her daim hazzetmeyeceği şeylerle sınamakta ve ona hoşlanmayacağı şeyleri teklif etmekte beis görmeyecek kadar insanın akli yetilerine güvenmektedir. Eserinin aklına O bu derece güvenirken ve insanı aklını daha fazla kullanmaya zorlarken, misyonerlerin araya girip sınav sorularını “yumuşatması” veya olduğundan farklı göstermesi öğrencilere iyilik değil uzun vadede zarardır. (Dinlerarası geçişler yani din değiştirme olgusu incelenecek olursa; insanların kararlarında ibadetler, emir ve yasaklar gibi konulardan çok daha öncelikli olarak kök inançtaki makuliyet, kendi içindeki tutarlılık ve bütünlüğün etkili olduğu görülür. Hatta bunlardan da önce o kök inancın varoluşu “anlamlı” kılabilme potansiyeli etkilidir. Eğer bu nokta güçlüyse, insan bu noktanın devamındaki birçok hoşuna gitmeyen veya açıklayamadığı kısımlara da rıza gösterir. Hayatta diğer varlık, insan ve kurumlarla ilişkilerinde de olduğu gibi.)


2) İddialarını Kur’an’dan “Fakat unutmayın ki, ne onların etleri ne de kanları asla Allah’a ulaşacak değildir. Lakin O’na ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvadır... (Hac, 37) ” gibi ayetlere dayandırmaya çalışırken, aslında dini metinleri bağlamlarından koparmaları, budamaları veya çarpıtmaları. Halbuki bir önceki ayette kurbanın nasıl kesileceği bile tarif ediliyor. Dolayısıyla, Allah’ın kastının farklı boyutlarını merak etmek ve mümkün olduğunca dini genişletici yorumlar aramak elbette çok güzel. Ama bunu yaparken dini metinlerin semantiğiyle oynamak, ne etik ne de işe yarar bir yöntem. Hitap edilmeye çalışılan insanların verdiğimiz dini referansları daha sonra bütünlükleriyle kontrol edip bizim yansıtmaya çalıştığımızdan farklı olduklarını gördüklerinde yaşayacakları güven kaybı, din adına daha büyük bir kayıp. (Daha önceden hiç inanmamaları, ilgilenmemeleri veya haberdar olmamalarından bile daha büyük bir kayıp.) Hiç kontrol etmeyeceklerini ve bizim yansıttığımız yorumu yegane doğru kabul edeceklerini varsayalım; bu durumda da Yaratıcı’nın bu “zorlanmış” yoruma ve buna duyulan “koşullu” inanca razı olacağının kesin bir bilgisi yok. Dolayısıyla, dini metinlerin tartışmalı kısımlarının semantiği etrafında dolaşırken biraz agnostik tutum izlemek, illa net ve kesin biliyor gibi konuşmaktan kaçınmak daha bilgece ve güvenli olabilir.


Sonuç olarak, özellikle iş misyonerliğe yani insanları dine davet etmeye geldiğinde insan şunu hiç unutmamalıdır: Tanrı her daim insanlar gibi düşünmek, onlarla aynı şeyleri hedeflemek, istemek zorunda değildir. Tümden onaylanmak ve sevilmek, O’nun değil bizim saplantımız olabilir. Hatta salt felsefi bir akılla bakınca, Tanrı’nın “kötü” olması da gayet ihtimal dahilindedir. Ve Tanrı salt kötü olsaydı bile, bu O’nun varlığını inkar için yeterli, makul bir sebep olmazdı. Dolayısıyla insanlara salt sevimli, hep sevimli bir Tanrı ve din takdimi yapmak, ne gerçekçi ne de akıllıcadır. Din sadece bir tekliftir; kabul edenler kadar etmeyenler de hep olacaktır. Güzel olan, kabul edenin neyi kabul ettiğini, neye evet dediğini doğru anlamasıdır. Güzel olan, insana aklının öznelliğini ve onu daha başka hangi biçimlerde kullanabileceğini göstermektir. Başka deyişle, insanın Einstein’ın sözündeki gibi odağını koruyabilmesidir: “İnsanların değil Tanrı’nın ne düşündüğünü bilmek isterdim.” İhlas bundan ibaret olabilir.


Yazar: Aslı R. Topuz


Tarih: 27 Temmuz 2022







Post: Blog2_Post
bottom of page