top of page
  • Aslı R. Topuz

Umutsuz Politikleriz

Hamit Kocabey, 14 Ekim 2021’de HSK üyeliğinden istifa etti. Ardından yaptığı “TBMM tarafından seçilmiş olduğum HSK üyeliği görevimden Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli ile yaptığımız istişare sonucu istifa etmiş bulunmaktayım” açıklaması, Mehmet Moğultay’ın meşhur kadrolaşma itirafından (1) sonraki en açık kuvvetler birliği ifşasıydı. İki şahıs da Doğu Perinçek’in “Yargı, siyasetin köpeğidir” beyanının etten, kandan örneğidir. Bu istifadan sonra Polis Yüksek Okulu’ndaki Ülkücü ritüelleri de gündem oldu. Özetle, Türkiye’deki tüm kesimlerin kamuda kadrolaşma ajandası olduğunu bir kez daha teyid ettik.


Önce, şu bilinen doğruları hatırlayıp aradan çıkaralım: Her görüşten, kimlikten insanın kamuda istihdam ve temsiliyet hakkı var. Kuvvetler ayrılığını gerçekleştirmenin yolu, kamuyu görüş ve aidiyetlerden sterilize etmek veya sterilize eder gibi görünüp tek bir kesimin hakimiyetine sokmak değil; her kimliğin kamuda adil temsiliyetini sağlamak ve tüm kimliklerin profesyonel ve etik davranışla çelişmeyecek dışavurum biçimlerini belirlemek. Bunlar, zaten gelişmiş ülkelerde başarılmış şeyler. Fakat ben Türkiye’deki bu kamuda kadrolaşma tutkusunun esas nedenlerini anlamak istiyorum.


Neden ülkücüsünden alevisine, dini gruplardan kemalistlere herkes kamuda hakim güç olmak istiyor? Devletin şerrinden emin olma, güç ve yönetme arzusu, ideolojik motivasyon, güvence altına alınmış düzenli gelir ve emeklilik arayışı ilk akla gelen nedenler. Ancak Türkiye’de insanların bu kadar politize olmasının asıl nedeni varoluşsal.


İnsan, evrenin belirsizliği karşısında kaygılarla doğup yaşar. Belirsizlikleri anlamlandırıp kontrol altına almaya çalışır. Doğduğunda bile neredeyse ilk korkusu boşluktur. Hemşireler hemen Moro refleksine bakar. Bebeğin sırtından elinizi çektiğinizde, hemen kollarını açıp önündeki boşluğa sarılır ve ağlamaya başlar. Evet boşluk, tutunacak birşey bulamamak ve düşmek, hem vücudumuzun hem ruhumuzun en büyük korkusudur.


Bu korkunun şekillendirdiği koca bir felsefe alanı var: Existentialism yani varoluşçuluk. Saçmalık (absurdity) veya hayatın anlamsızlığı karşısında duyulan korku, acı, küskünlük ve öfke, bir protesto olarak intihar, varoluş kaygısı (angst) gibi konuların genel içeriğini belirlediği bir felsefe. Tüm bu duygu yağmuru ve kendinle ne yapacağını bilememe, Soren Kierkegaard’ın “İman Şövalyesi”nden, Emile Cioran’ın “Çürüme”sine, Albert Camus’nun “Yabancı”sına, Nietzsche’nin “Üst İnsan”ına kadar birçok iyimser ve karamsar felsefenin doğmasına yol açmıştır. Yine aynı anlam açlığı, kendinden yüce birşeyin parçası olma açlığıyla iç içe geçmiş; pozitivistlerin refleksif tarih tezi gibi tezlere karşılık “Büyük Hikayenin Uyanışı” gibi tarih felsefelerinin doğmasına, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” veya Huntington’ın “Medeniyetler Savaşı” gibi insanın kendisini büyük bir hikayenin, masif bir network’ün parçası görmesini sağlayan perspektiflerin yoğun ilgi görmesine sebep olmuştur. Çünkü insan beyni korkunç bir makine gibi, devamlı işleyeceği ve sonra anlamlandıracağı bir uyaran (stimulus) çokluğuna açlık duyar. Çözülecek gizemler ve bulmacalar peşindedir. Öyle ki, bazen tüm doğa, uzay, kendi vücudu, zihni, duyguları, toplum bile insanın merakını doyurmaya yetmez. Zihni sürekli yeni düşünce hammaddeleri için tutuşur. Bulamadığında yaratır; sanatla, edebiyatla, felsefeyle kendine üzerinde düşünecek şeyler icat eder. Ve sonunda Tanrı’yla yoldaşlık arar. Onu başka kim oyalayabilir, doyurabilir, doldurabilir?


Her ne kadar varoluşçular oldukça güçlü filozoflar olsa da, bana göre insan zihninin bu uyaran açlığını en tatlı ve komik anlatan filozof Russell’dır: İnsanoğlunun günahlarının en az yarısını can sıkıntısından işlediğini söyler. Ve medeniyetin nihai ürününün, insanın boş zamanını zekice geçirebilme becerisi olduğunu belirtir. (2) Blaise Paskal da “insanın başına ne geliyorsa, bir odada kendi halinde oturamamaktan” diye düşünür. Cennetten bile merak belasına çıktığımızı düşünürsek, gayet haklıdır. Kısacası, can sıkıntısı, oyalanamamak, beynini doyuramamak, birçok bilindik sorunun en gizli ama en temel sorunudur; aşırı politize olmak da buna dahil.


Gelişmiş ülkeler, insana hayatını dilediğince doldurabileceği bir uyaran zenginliği sunar: Bilim, sanat, felsefe, sinema, zengin ve daha derinlikli dini veya inançsal faaliyetler, sosyallik, örgütlenip bireysel merak ve zihin zenginliğini toplulukla katlayarak artırma, envai çeşit hobi imkanı... Bunlar için hem iyi bir ekonomi hem de insana boşlukları birden fazla şekilde doldurabilme özgürlüğü ve zengin bir uyaran tarlası gerekiyor.


Oysa kemalizm ülkeyi hem fikir gelişimi hem de ekonomik zeka açısından o kadar güdük bırakmış ki, insanların ne siyasetten başka kafalarını meşgul edebilecek bir uğraş edinme lüksü var ne de hayata dair farklı fikirler edinebilme özgürlüğü. Milliyetçilik, halkçılık, devletçilik gibi kemalist ilkeler hem ekonomik zekayı dumur etmiş, yaratıcılığa dayanan üretim ekonomisi imkanını budayarak halkı devlete bağımlı hale getirmiş, geçim kaygısından kurtulup keyifli uğraşlar edinme şansını elinden almış hem de hayatla ilgili tüm merak ve soruları kendi cevaplamaya kalkarak insanların özgür zihinsel seyahat hakkını biçmiş. Geriye ne kalıyor? Türkiye halkının genelinin karın doyurabilme ve politikadan başka zihinsel uğraş edinme şansı yok. Politika, ucuz hatta bedava edinebildiğimiz tek boş vakit değerlendirme ürünü. Kemalist devlet, Russell’ın “Medeniyetin nihai ürünü, insanın boş zamanını zekice geçirebilme becerisidir” diye özetlediği o ürünü verebilmekten aciz. Çünkü insan zihninin uyaran çokluğuna ve çeşitliliğine açlığını, zihnin gezinme, başka şeyler tatma, deneme ihtiyacını reddediyor.


Özetle, Türkiye’de her kesimin devleti ele geçirme arzusuyla yanıp tutuşmasına bir son vermek istiyorsak; demokratikleşme ve her kesimi olduğu gibi tanıyıp kamuda istihdamdan faydalandırma gibi adımlardan sonra esas yapılacak iş, insanlara hayatlarını dilediklerince anlamlandırabilecekleri farklı varolma, zihinlerindeki açlığı giderme, ruhen oyalanabilme imkanları sunma. İnsanları tüm cevapların devletçe önceden verildiği bu Truman Show’dan azad etme. Can sıkıntısından ölüyoruz! O yüzden biz politika yapamıyoruz; biz politikayı tüketiyoruz, peynir-ekmek gibi. Ona mecburuz. Yerine koyacak başka şeyler bulana kadar bu değişmeyecek.


Notlar:



(2) Aristo’nun “Eğitimli, gelişmiş bir aklın alameti, bir düşünceyle onu kabul etmeçk zorunda olmaksızın meşgul olabilmesidir” sözü de aynı medeniyet seviyesine işaret eder. Oysa Türkiye’de düşünceler sadece kabul veya red içindir, daha fazla işleme tabi tutulmaz.


Yazar: Aslı R. Topuz

Komentáře


Post: Blog2_Post
bottom of page